DİN VE DİL DEĞİŞİMİYLE OLAN OLDU BİZLERE!?

Evet, sevgili okurlar.

Üç gün önce, yani Cuma günü saat 14.51 sularında İzmir’de meydana gelen deprem felaketinde, şehrin bir bölümü hasar gördü.. Bir çok yapı, yerle bir oldu..

Öncelikle İzmirli kardeşlerimize, vatandaşlarımıza ve tüm Türkiye’ye büyük geçmiş olsun diyoruz!.

Allah tekrarını bir daha bizlere ve İslam dünyasına nasip eylemesin..

Ölenlere Allahtan rahmet, yaralılara da acil şifalar diliyoruz..

Lakin şunu da ifade etmeden geçmek istemiyoruz.

Bize göre bunlar birer ilahi ikazdır, uyarıdır...

Mana âleminden gelen ilahi bir sestir ki;

“Artık yeter kendinize çekidüzen verin ey insanlık dünyası!

Ey İslam dünyası!

İlahi adaleti tanımazsanız, Allah’ın kâinata ve kâinat içerisindeki tüm yarattıklarına, özellikle insanoğluna hâkim olan bir kudrete inanmazsanız, “kurun-i ûla” denilen eski çağların başına gelen felaketlerden kendinizi kurtaramazsınız...”

Hiç unutulmasın ki Cenab-ı Allah’ın bu uyarısı, bu manevi seslenişi bizlere diyor ki;

“Kendinize çekidüzen verin...

Kendinizi toparlayın...

Üstünüzde mutlak bir ilahi kudret vardır...

O kudret, insanlığın içinde yaşanan züllümün, küfrün ve inançsızlığın taşkınlığıyla sizleri ğark eder.

İşte böylesi ağır faturalarla karşılaşırsınız...

Bu faturaları ödemeye hazır olmanız gerektiğini, Yüce Allah sizlere hatırlatıyor...”

Ve yine bilinmelidir ki; Cenab-ı Allah’ın kâinat içerisinde görevlendirdiği görünmeyen nice manevi orduları vardır.

İşte o ordular harekete geçtiği zaman da insanlık, “o ordulardan” kendini kurtaramaz.

Hani diyorlar ya “yaşla kuru bir arada yanar...”

Nitekim yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, “Enfâl” suresinin 22. Ayetinde şöyle buyuruyor;

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (aynı zamanda hepinize erişir). Biliniz ki Allah'ın cezalandırması şiddetlidir...”

Evet, Allah tarafından Doğa görevlendirildiği an, hiçbir insan gücü ona karşılık veremez, koyamaz da!.

Ancak yok olma, telef olma tehlikesiyle karşılaşır.

***

Allah’a şükürler olsun ki; ülkemizde, yani 81 milyon milletimizin içinde 24 saat Allah’a yalvararak gözyaşlarıyla dua edip onun huzuruna iltica edenlerin var olduğunu da unutmayalım.

Gerçekten, toplumlar ne yapıp yapıp günlük hayat akışları içerisindeki yaşam tarzlarını, hukukun, adaletin, bugünkü deyimle demokrasinin gerçek terazisinde tartmalıdır...

Hukuksuzluk, adaletsizlik, antidemokratik uygulamalar sonucu  böylesine felaketlerin kaçınılmaz olacağını bilmemiz gerekir.

Zira tarihi akışlara baktığımızda, 4 bin sene önceki, hatta daha geriye bakarsak, Hz. Şuayb, Hz. Nuh, Hz. Salih, Hz. Lut gibi birçok Peygamberin kavimleri onlarla inatlaşıp, onların getirdiği ilahi adaleti değil, kendi şehvani ve havai istek ve arzuları paralelinde yaşamlarını biçimlendirdikleri için, Peygamberlerden onlara uyarı gelmiştir.

Onlar o uyarılara uymadıklarından dolayı cezalandırılmışlardır...

Kendilerini yerle bir olmaktan kurtaramamışlardır...

Ülkeleri, şehirleri, ilçeleri, köyleri, yani yaşam alanları, kendileriyle birlikte, “ke en lem yekûn” olmuşlardır...

Kur’an-ı Kerim, bu yönde ilahı hükmü vurgulaya vurgulaya bizlere hatırlatıyor.

* * *

Evet, sevgili dostlar.

Gerçekten derinden derine düşünmemiz lazım..

Allah’a karşı yekvücut olarak tövbekâr olmamız gerekir.

Ve aba ecdatların mirası olan bin yıllık kültür ve tarihimize dönüp, sımsıkı sarılmamız lazım...

Aksi takdirde birbirimizi kandırmamıza gerek yok.

Ki, Hal-i âlem meydandadır.

Nerdeyse yüz-yüz elli yıldan beri seküler, yani batılılaşma patentiyle yola çıkan devletin otorite anlayışı hep tahakküm kurmuştur...

Tanzimat Fermanı’ndan başlayarak, 1909’lara kadar...

Yani, Ulu Hakan Abdülhamid’in tahttan indirilişi dahil olmak üzere.

Batı endeksli ve bünyesinde gizli masonik locaların girişimiyle kurulan İttihat Terakki Partisinin Devlet-i Âliye-yi Osmaniye’nin başına neler getirdiğini hiç kimse inkâr edemez.

Ve o anlayış ne yazık ki 1,8 milyon kilometrekarelik İslam Coğrafyasını 783 bin kilometrekareye kadar düşürdü...

Aklı başında olan, şuurunu yitirmeyen, küfür ve zulüm bataklığıyla kanını ve ruhunu kirletmeyen herkesin buna inanması lazım, bilmesi lazım ve düşünmesi lazım.

Artık “hop, hop nereye gidiyoruz” deme zamanı gelmedi mi?

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Tanzimat dönemi dedik.

İttihat Terakki Partisinin kuruluşu dedik.

Der akat 1918’lerde İngilizlerin elini kolunu sallayarak, tek bir kurşun sıkmadan İstanbul’u istila etmesi.

1923’te Lozan Antlaşması…

Hem de İngilizlerin baş murahhası, yani bugünkü deyimle Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile yapılan Lozan anlaşması paralelinde kurulan cumhursuz bir cumhuriyet...

Aşr-ı Şeriflerle, okunan hadis ve dualarla Hacı Bayram’da yapılan büyük bir merasim sonucu açılan bir meclis.

Peki, ne oldu da 1924’te Hilafet-i İslamiye dağıtıldı...

Padişahlığa son verildi..

1925’te, 1926’da devletin âlimlerle, dindar kesimlerle kavgası neyeydi?

Birçok önemli ulema kesimi sakıncalı görülerek dış ülkelere sürgüne göndermeye başlanılması nedendi...

Elbette ki herşeyi tersine çevirmekti..

Nitekim öyle de oldu?..

Milli mücadelede verilen kahramanlık, kurulan milli istiklalle yola çıkılan anlayışla zıtlaşan bir devlet yönetimi oluştu..

O devlet yönetimi, 1950’lere kadar CHP’nin altı oklu rejimiyle kendini var etti...

O anlayışa evirildi..

O günden itibaren, yani tek parti şeflik ve dipçik dönemine giren Türkiye, bugün dahil kendine bir türlü çekidüzen veremedi.

10 yılda bir darbelerle yüz yüze geldi..

Mesela dün 1 Kasım idi.

1928’deki Harf İnkılâbının 92. yıl dönümü...

4 Kasım’da da AİHS’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin) 70. Yıl dönümü. 

5 Şubat 1937’de de laikliğin kabul edilişiyle Türkiye’nin başına neler geldi neler?..

Eksisiyle artısını karşı karşıya getirirsek, devletin ve ülkenin eksiye düşüşünü hiç kimse inkâr edemez...

Nitekim Osmanlının çöküş başlangıcı, Tanzimat Fermanından başlamak üzere 1909’da Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilişi ve sonrasında 1923’te kurulan cumhursuz cumhuriyetin sonucu itibariyle günümüze dek harf inkılâbından başla, eğitim sistemiyle, Ezanın Türkçeleştirilmesiyle, Latin harflerin hâkimiyetiyle Türkiye neler kaybetmedi ki?

Bugün dua edelim ki 18 yıldan beri AK Partinin siyasi bir parti olmaktan daha fazla, onun başında olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın inancı gereği vermiş olduğu siyasi mücadele sonucunda bugün Türkiye bu haliyle ayaktadır.

Manevi cihetine girip düşünsek, yukarıda bahsettiğimiz gibi Türkiye’de hala da maneviyat inancının birçok yönüyle mevcut olduğunu ve onun o mana değeri sayesinde Türkiye’nin ayakta kaldığını düşünüyoruz.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dinine, inancına, mukaddesatına bağlı bir devlet adamı olmasına rağmen, ülke kendini bir türlü badirelerin, felaketlerin, musibetlerin akışından kurtaramıyor.

Demek ki Cenab-ı Allah bizi uyarıyor.

Diyor ki;

“Ayasofya’nın açılışı elbette ki çok büyük bir aşamadır, hizmettir.

Yalnız onunla yetinmeyin.

Devletin ve milletin ayakta durabilmesi için, mutlak suretle bu ülkeyi tek parti dipçik ve şeflik anlayışından kurtarıp, yeniden aba ecdatlarımızın kahramanlığına dönüştürün kendinizi.”

Yani hukukun üstünlüğünü Kur’anın ana ilkeleriyle koruyun.

Adaletin varlığını, İslam fıkhıyla bütünleştirin...

Kendinize gelin ve aslınıza dönün.

Toplumun aslına dönüşmesiyle ülke ayakta durabilir ve böylesine facialardan kendini koruyabilir.

Aksi takdirde ne yaparsanız yapın, kendinizi böyle ilahi uyarılardan koruyamazsınız.”

Her şeyin başı dua, dua, dua…

Topluma haram yedirmeme ve Kur’anın asaletine dönmek lazım.

Yoksa dinin ana gerçeklerini, Kur’anın temel hakikatlerini, laikçilik ve Kemalizm’le değiştirmekle bir yere varılamaz.

Hele hele bin yıllık Osmanlının dil kültürünü Latin harfleriyle tebdil etmek, bize göre apayrı bir garabettir.

Dünya Savaşından sonra yakın komşumuz olan birçok devletin başına gelmeyen kalmadı.

Yani halk tabiriyle, “Onların başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir.”

Ama tüm bunlara rağmen, kültürlerini, harflerini, dillerini değiştirmediler.

En derin saygı ve sevgilerimle..