DÖNMELERLE DOLU İSLAM DÜNYASININ HALİ!? (IV)

Evet, değerli okurlar.
Dönmelerle dolu İslam dünyasının hali pür melali kendini göstermektedir.
Her ne kadar yazıp çiziyor isek de zaten her taraf oldukça aleni!
Herşey ulu-orta yerde cereyan ediyor.
Gerçekten, nerede ise iki yüzyıla yakın başsız kalan bir ümmet, ne yazık ki, batı dünyasının "batıl siyaseti" altında inim inim inleyerek dağıldı.
Dağıldı, küçüldü, ama ders-i ibret almadı.
Bilakis, yine İngilizler tarafından kurulan rejimlerle yönetildi.
Çizilen hudutlar ve hazırlanan anayasalar tümüyle bir tezgâhtan ibaret olduğu gibi, sahneye konulan senaryo ve bu senaryonun senaristleri de her daim İngilizler olmuştur.
Ve bugün de ABD ve İsrail kendilerine rol biçiyorlar.
Bu memleket, yani memalik-i İslamiye, hal-i hazırda isimden başka bir şey kalmadı.
Karşılıksız, vergisiz bir isim olması nedeniyle izzetle, şerefle aydınlatan bir İslam intisabı elbette ki mirasyedi evlatlar tarafından serbestçe kullanılıyor.
Münafık tinetli ruhsuz liderler, bakıyorsunuz ki özellikle Suriye’de, Tunus’ta, Mısır’da, hatta bundan yüz sene evvel Türkiye’de siyasi liderler dahi şekli olarak cenaze namazlarının ön saflarında yer alırlar, bayram ve Cuma namazlarında saf tutarlardı.
Esed dahi zaman zaman görüntü veriyor, camilerde özellikle Cami-ül Emevi’nin birinci saflarında istemeye istemeye “Müslüman’ım” diye saf tutuyor.
Ama içten kin, nefret, intikam ve kan dökme planları çiziyor ve planlıyor.
Camiden çıktıktan sonra da varil bombalarını Halep’in, Hama ve Humus’un üstüne yağdırıyor.
İngiliz veya diğer sömürücü emperyalist düşmanların İslam'a olan düşmanlığına "iştah" kabartıyor.
Yeryüzünde onların nam-ı hesabına çalışan, kendi milleti üzerine zulmü tatbik eden ve cesurca davranan sözde liderlerden biridir, Esed.
Ve zincirleme olarak onun yolunda giden başka piyon liderleri de sayabiliriz!
Ancak en tehlikeli görüntü veren bu hain adamdır.
* * *
Dün yazılı medyanın birinci sayfalarına göz attığımda baktım ki Yeni Şafak Gazetesinde değişik başlıklarla nice haberler var.
Resimleriyle dikkatimi çeken “HALEP’TEN KAÇIŞ” haberi oldu.
İnceledim ve okudum.
Başlık aynen şöyle;
“HALEP’TEN KAÇIŞ”
Kentin altyapısı çöktü.
Esed rejiminin sessiz sedasız kuşattığı Halep’teki katliam korkusu yeni bir göç dalgasını tetikledi.
İki aydır Halep’e varil bombalarıyla ölüm yağdıran Esed güçleri, halkı şehri terk etmeye zorluyor.
Harabeye dönen kentin alt yapısı çökmüş durumda.
Birçok mahallede elektrik yok, on binlerce sivil şehirden kaçıp Türkiye’ye sığınmak istiyor.
Dünyanın dikkatinin Kobani’ye çevrilmesini fırsat bilen rejim, varil bombalarıyla kenti boşaltmaya çalışıyor.
***
Bir başka ara başlık.
250 REJİM ASKERİ ÖLDÜRÜLDÜ
İslami cepheye bağlı tugayın basın sorumlusu Anadani, Halep kentinin kuzeybatısındaki çatışmalarda 250 rejim askerinin hayatını kaybettiğini söyledi.
Anadani, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İslami birliklerin Halep’in kuzeybatısındaki Cemiyet-ül Zehra bölgesine saldırı başlattığını kaydetti.
Ağır silahların kullanıldığı çatışmalarda 250 rejim askerinin yaşamını yitirdiğini vurgulayan Anadani, ‘Rejimin yirmi beş askeri de muhafızlar tarafından esir alındı’ dedi”
* * *
İnanın, sevgili okurlar.
Bu tür haberler, nerede ise insanı canından bezdiriyor, tüyler ürpertiyor.
I. Dünya Savaşı’nda acaba Suriye bunu yaşadı mı, Türkiye bunu yaşadı mı?
Eğer yaşanmış ise de düşman tarafından yaşanmıştır.
İçte türeyen hain, satılmışlar tarafından mı yapıldı acaba?
Ama bu manzara, beni yetmiş-seksen yıl önceki Türkiye’ye götürdü.
Cumhuriyetten sonra İngilizler tarafından kurdurulan bir cumhuriyetten sonra rejimle toplum arasında vuku bulunan çatışmalar o kadar yoktu.
Zaten rejim oldukça hâkimdi ülkeye.
Çünkü her şeyi bitirmişti.
1925’ten, yani Şeyh Sait kıyamından sonra altı oklu CHP rejimi her şeyi ele geçirmişti.
Yüzlerce ulema kesimlerini astılar, kestiler, idam ettiler ve memleketin ileri gelen, ülkenin sevdiği büyük insanları darağacına çektiler.
Gerçekten, bugünkü Suriye’deki görülen manzarayı nerede ise yüz sene evvel biz yaşadık.
Dün görsel medyadan duyduğumuz önemli bir haber.
CHP Genel Başkan Yardımcısı, hemşerimiz, meşhur Avukat Sezgin Tanrıkulu, basın huzurunda net konuştu ve dedi ki:
“Hem kendi adıma, hem partim adına, hem de Genel Başkanım adına Dersimlilerden özür diliyorum” dedi.
Evet, “Özür diliyorum” dedi.
Zira 12 bin insan Dersim olayında hayatını kaybetti, asıldı, kesildi.
Hem de rejimin yetkilileri tarafından.
Bu terörü devlet yaptı.
Bir önceki akşam Uzay Televizyonundaki açık oturumda Gazeteci Yazar Ali Değirmenci, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken, Dersimli Seyit Rıza’yı savcının idam kararını uygulamak üzere darağacına götürürken, daha çok evlat acısını görsün diye önce oğlunu gözü önünde idam ediyorlar.
Sıra ona gelince ipi çingenenin elinden alarak, kendi ipini kendisi çekmek üzere darağacında şöyle haykırıyor;
“Biz evlad-ı kerbelayız.
Yaptığınız ayıptır, utanç vericidir ve edepsizliktir.”
Bunları söyledikten sonra Seyit Rıza kendi ipini çekmek zorunda kalıyor.
Evet, keza aynı olayın benzeri, Seyit Rıza'nın idamından 12 yıl önce Diyarbakır’da da gerçekleştirildi.
Bir sabah ezanından evvel Dağkapı Meydanı’nda merhum şehit Şeyh Sait Efendi başta olmak üzere memleketin, yörenin en ileri gelen büyük insanları 47 kişi idam edildi.
Bu itibarla diyoruz ki siyasetçi Sezgin Tanrıkulu’nun geç de olsa kendi partisi adına Dersimlilerden özür dilediği gibi keşke Şeyh Sait ailesinden, Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Nur camiasından da özür dileme gibi şerefli bir görevi de idrak etmiş olsaydılar.
Gerçekten dördüncü gündür kullandığımız “DÖNMELERLE DOLU İSLAM DÜNYASININ HALİ!?” başlıklı yazı boşuna değildir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlıyı yıkan, yakan, yok eden, milli mücadele savaşını cumhura değil, kendilerine mal eden nice nice zorba anlayışlar olmuştur.
Bu insanların günahı ne idi?
Ve bugünkü Suriye’deki koskocaman Müslüman Kürt ve Arap halkının günahı nedir?
Tek bir suçları var: O da Müslüman olmak ve ülkesine, coğrafyasına, toprağına sahip çıkmaktır.
Bize göre cumhuriyetten sonra gelip giden hükümetler, keşke daha önceden bu halktan, bu toplumdan özür dilemesini bilmiş olsaydılar.
O zaman, bugün, 50 seneden beri yaşatılan terör olayları olmazdı, ölümler meydana gelmezdi.
Ama bu süreç içerisinde nice masum insanların kanı dökülürken, ne yazık ki suret-i haktan görünen devlet, hep kendini haklı çıkarmış ve başkasını da terörist ilan etmiştir.
Eğer adaletli, demokratik bir hukuk sistemi çerçevesinde hareket edilseydi, bunca kan da dökülmezdi ve bugün bu halk endişelerle, kaygılarla oturup kalkmazdı.
Bakınız, çok çarpıcı ve oldukça dikkat çekici bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Balyoz ve Ergenekon olaylarından dolayı yakalanıp, tutuklanan nice generaller ve diğer bağlantıları mahkemelerce suçlu bulunarak, cezalandırılmış olduğu halde, aynı zamanda verilen cezalar ve kararlar Yargıtay’ca da onaylanarak kesinlik kazandığı halde, kaşla göz arasında kitabına uydurularak, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru kanununu çıkaran AK Parti iktidarı, Anayasanın “Hak ihlali” adı altında vermiş olduğu karar sonucunda tutuklanan ve mahkum olan tüm General ve Subaylar ansızın serbest bırakıldı.
Bu kanun paralelinde yani “Hak ihlali” adı altında herkes bırakıldı.
Şu halde, Anayasa Mahkemesine bireysel olarak başvurma hakkı Abdullah Öcalan’a niye tanınmıyor.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri, hep böyle verdikleri kararlarda hak ihlali yapıyorsa bize göre Abdullah Öcalan’ın da hakkı ihlal edilmiştir.
Çünkü onun da itiraz edebilme şansına sahip olması gerekir.
Kendisine verilen müebbet cezasının kararı da ne derecede sağlıklı bir karar olabilir.
Mademki Balyoz ve Ergenekon’dan dolayı “Hak ihlali” diye Anayasa Mahkemesinden bu karar çıkmışsa, akla gelen ilk soru şu:
Acaba Abdullah Öcalan için verilen müebbet cezası kararında da “Hak ihlali” yok mudur?
İşte ülkenin içinde bulunduğu çifte standart uygulamalar, insanı der demez bu tür düşüncelere sevk ediyor.
En derin saygı ve sevgilerimle.
Hayırlı cumalar…