MEVCUT SİSTEM BİR FİTNE UNSURU MU?! (II)

Evet, sevgili okurlar.
Dünkü sohbetimizde sizinle paylaşmak istediğimiz gerçek ve ana stratejimiz; yıllardan beri, yani neredeyse yüz seneden beri toplumsal bir gerginlik içinde kıvranıp duran Türkiye, özellikle bu coğrafyamız, özellikle de "Diyarbakır’ımız gerçekten endişe verici haller" yaşamaktadır.
Bu ne demektir?
Bize göre bu "toplumsal olarak çözülme" demektir, "bölünme ve parçalanıp başkasına yem olma" manasını taşımaktadır.
Bu itibarla bu fitne unsurunu ortadan kaldırabilmek için; bu toplum özellikle ümmet olarak inandığı kutsal değerlere sımsıkı sarılması gerekir, omuz omuza vermeli, işi ilim ve terbiye sahibi olan âlimlere bırakmalı, onları dinlemeli toplumsal olarak onların etrafında saf bağlamalı ve Kur’an hakikatlerini dinlemelidir.
Aksi halde toplumun içine sızdırılmış ve dıştan tanınmayan, bilinmeyen meçhul nifak tohumlarıyla "zehirleniriz".. 
Dün oldugu gibi bugün de!
Çünkü bu nifak tohumları toplumu derinden yaraladığı gibi; kanserolojik bir hale gelmiş ki insanlar ne yazık ki gözünü kırpamadan birbirini öldürmekten haz duyar hale gelmiştir.
Oysaki yüce Kur’an adaleti anlatırken, dünkü sohbetimizde ifade etmeye çalıştığımız gibi.. 
Nisa suresinin 58 ve 59. ayetlerinin mealini toplum ve millet olarak kendimize düstur ve ilke tutmalıyız, onunla kalkıp oturmalıyız, onunla nefes alıp vermeliyiz ki huzur bulabilelim.

***
İlk ayet; "Allah emanetinizi ehli olan insanlara tevdi ediniz” diye hüküm verirken, ayetin diğer bülümü ise “siz insanlar arasında hakemlik ve yargıçlık yaptığınız zaman da mutlaka adalet terazisini ön planda tutun. Her yaptığınız iş adalet-i mahza ile (sırf adalet olsun diye)olsun. Kesinlikle Allah’ın size tevdi ettiği en büyük ve en güzel nimetlerinden birisi de adalet-i mahza ile yürümenizi tavsiye ediyor”
Şu halde emanet nedir?
Dün açıklamaya çalıştık.
Emanet; gerek mal emaneti olsun, gerek kültür emaneti olsun, gerek bilim ve tedrisat emaneti olsun.
Tüm bunlar birinden diğerine geçtiği zaman emanettir ve o emanete hıyanet etmemek gerekiyor.
Bu emanetlerden birisi insanlardır, o insanların biriktirdiği ilimdir, kültürdür, terbiyedir ve ahlaktır.
Bunu toplumun her kesimine götürüp enjekte etme, devletin temel görevlerinden olmakla beraber, yanlarında ilim okuyan kimselerin de baş görevidir ki bu görevi millete öğretilmesinden çekinen ve ilmi saklayan böylesi insanlar, yine Kur’an nezdinde birer hain olarak katim’ul ilm (ilmi ketum edip) hıyanetle yaşayan insanlar olarak tanımlıyor.
İkincisi adalettir dedik.
Adl-i ilahi çok önemlidir.
Zira Kur’anda mealen şöyle diyor;
“Siz insanlar arasında hakemlik ve yargı paylaşımı yaptığınız zaman, temel göreviniz hiçbir kişisel tahakküme yol açmadan mutlak bir adl-i ilahi ile insanları yetiştirin”
Kur’an adaletinin ana direktiflerinden birisi de insan kanı üzerine şiddetle durmaktadır.
İnsanlar masumiyet karinesiyle hayatını idame ederken, karşılaştığı fitne saçan sistemlerin adil olmayan uygulamaları yüzünden çok ağır badirelerle karşı karşıya kalır.
Bu nedenle ne yapıp yapıp, illa ki Kur’anın adalet-i mahzasına sarılmak lazım.
Adaletin olmadığı bir sistemde veyahut o sistemin temsilcilerinde veyahut o sistemleri elinde tutan kişilerin Kur’anın semtinden bile geçemeyen insanlara güvenip, devlet işlerinde görevlendirme yanlışların en önemlisinden birisidir.
Buna da emanete hıyanet denilir.
Adalete de ihanet denilir.
Zira Kur’an diyor ki;
“Bir masum insanın hayatı, kanı, tüm umum-i beşerin tüm insanlık uğruna feda etmesi gerekse bile öbür masum insanın kanı kesinlikle heder edilemez”
Toplumların ve kabilelerin, aşiretlerin hayatiyetine mal olsa dahi bir insanın hayatı, hiçbir zaman tüm insanlığın uğruna bile heder edilemez, canına kıyılamaz ve öldürülemez.
İkisi nazar-ı kudretinde bir kişinin varlığıyla, tüm insanların hayat varlığı aynı dengede olduğu gibi nazar-ı adalette (Adl-i ilahinin nazarında) bir insanla tüm beşeriyetin varlığı aynıdır.
Yani 80 milyon insanın kan ve can güvenliği nasıl önemliyse, tek bir insanın dahi o büyük potansiyel kadar kanı önemlidir, canı garantide olmalıdır, hiçbir zaman boşuna heder olunamaz.
Bundan dolayıdır ki emanetin ehliyetli insanlara verilmesi, ehliyetsiz insanlara verildiğinde hiçbir zaman adaletin tecelli etmesini kimse hayal etmesin, tam manasıyla hıyanet söz konusu olur.
Keza adalet de öyledir.
Adalet de eğer hüküm edildiği gerçek, adilane mecrada uygulanmıyorsa o da tahakkümden ibaret olur ki maazallah çok büyük dengesizlikler meydana gelir.

***

Bu itibarla Üstat Bediüzzaman Hazretleri diyor ki;
“İslam dünyasının ve Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e istinat eden toplumların ve ülkelerin yegâne kurtuluş çaresi, kesinlikle İttihad-ı İslam’a (İslam birliğine) bağlılıktır..
İslam birlikteliği bir toplum içinde sağlanmadığı takdirde, gidip şundan bundan, haçlı ve Siyonist anlayışlardan adam kiralayarak tutan nice ajanlar oldu ki bu da İttihad-ı İslam’ı birbirinden kopardı ve dağıttı.
***

O büyük Üstat Bediüzzaman çok veciz bir sözle şöyle diyor;
“Azametli ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi İttihad-ı İslam’dır”
İşte itthad-ı islam bundan fışkırıyor.
Eğer bir toplum içinde bulunan insanlar, adl-i ilahiden sırtını çevirip, göz yumarlarsa, Allah korusun ilmin ketumluğuna sahip olurlar.
Bu nedenle Adl-i ilahi nazarında ister kral olsun, ister devlet büyüklerinden olsun, ister geda sıradan bir insan olsun…
Adalet-i mahza-i ilahiyede (Allah’ın adaletinde) aynı değer taşıyor.
Bir toplumun (cemiyetin) kan ve can değeri ne ise o toplumun bireylerinden herhangi birisinin de kan ve can değeri o büyük potansiyelle karşı karşıyadır.
Bu itibarla bir toplumun toplum olabilmesi için, dış mihraklardan ithal edilmiş kirli ideolojilerle değil, devletin adl-i ilahiyle yönetilmesi gerekir.
Eğer ki tam tersine kanun koyucu insanların kanunlarıyla toplum yatıp kalkarsa, o toplum terörden kendini hiçbir zaman kurtaramaz, kan dökmekten, cani olmaktan, katil olmaktan kendini kurtaramaz.
***

Bakınız bu konuda Üstat Bediüzzaman Hazretleri yüz sene evvel “Hakikat çekirdekleri” isimli risalesinde şöyle diyor;
“İçinde tesanüdün bulunduğu bir toplum, tembellikle aç ve sefalet içerisinde durulmuş bir toplumun hareketsizliğinden daha iyidir.
Yani hareketsiz ve tembel duran bir toplum açlık ve perişanlıkla karşılaşmakla beraber, aralarında tesanüd ve dayanışma noktası da söz konusu olamaz.
Bir toplum ki içinde haset çürüklüğü varsa, yine o toplumun hareketlilik çarkını durduran bir fitne unsuru demektir”
Bu itibarla diyoruz ki;
"Gerek devlet adamları olsun, gerek onlara bağlı olan ulema kesimi olsun, dini meselelerin ilmi onların elinde bir emanettir, Allah onlara tevdi etmiş.
Bu dini konuları ketmedip de milletten saklayan böylesi kitleler kendini hem hıyanetten hem hıyanet erbaplarından kurtaramaz."
Netice olarak diyoruz ki;
"Düşman eğer dıştan olursa tehlikesi azdır.
İçten gizlenmişse en gaddar, deneyimli bir insan olarak görünür."
Ama insan değil.
Zira insanlıktan tecerrüt etmiş, felç olmuş bir gövdenin parçası durumuna düşer.
Bunun için toplumumuza münafıklık tinetlerini sokan fitnelere “dur” denilmesi gerekir.
“Dur” diyebilmenin sırrı da Kuran-ı Kerim'e sarılmaktır.
Şuradan buradan ithal edilmiş yanlış fikirlere, yanlış ideolojilere sarılmakla bir yere varılamaz.
En derin saygı ve sevgilerimle.