OTORİTELERİN SORUMLULUĞU DA ESASTIR!

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği üzere, üç günden beri sohbetimize başlık olarak kullandığımız “Otoritelerin hâkimiyeti esastır!” ifadesi, tüm detayıyla beraber siz değerli okuyucularımızın dikkatini çekmiştir.

Elbette ki siyasetin ana hedefi; devleti yönetenlerin, varlığının ciddiyetidir.

Hiç kuşkusuz ki, devlet otoritesinin tüm resmi kurum ve kuruluşlarıyla varlığı ve hâkimiyeti esas olduğu kadar, daha fazlasıyla sorumlulukları da esas olmalıdır.

Siyasilerin, milli iradeyi eline geçirip devlet ciddiyetini koruma altına aldıklarında, ne kadar hâkimiyet ve otoriteyi esas olarak kullanabiliyorlarsa, bir o kadar da toplumun, halkın ve ümmetin de sorumluluğu önemlidir, esastır ve devletin varlık nedenidir?

Bu olduğu zaman, devlet ile toplum arasında fitne unsurlarının varlığı söz konusu olamaz.

Velev ki, aralarına sokulan ajan ve piyon tipi karanlık kurullar olsa bile, otoritenin hâkimiyeti üzerine etkilerini sürdüremezler, nüfuz da edemezler.

Lakin bu sorumluluk, yetkililerin ve iktidarların, özellikle kilit noktada bulunan devlet büyüklerinin omuzlarına alıp taşımadığı sürece,  milletle el ele vermediği sürece, devlet ciddiyeti hâsıl olmaz.

Bilakiz "devletin ve milletin varlığı" hafife alınmış olur.

O zaman da halkla, otorite arasında büyük bir boşluk söz konusu olur ki; "çözülme ve bölünme" kaçınılmaz hale gelir.

“Görünen köy kılavuz istemez” misali!                        

Demokrasilerde özellikle demokratik çoğulcu parlamenter sistemlerde, halkın teveccühü paralelindeki alınan oyların hakkını topluma hizmet olarak geriye dönüştürmek gerekir.

Eğer sadece oy alıp da milli iradeyi eline geçirip de “Gününü gün etmek” anlayışıyla kişisel rant, çıkar, ihale ve devlet imkânlarını,  hem kendilerine hem de yakınlarına peşkeş ettirme hali hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği gibi, otoritenin hâkimiyeti de söz konusu olamaz.

Hem de yetkililerin omuzlarına aldığı sorumluluk da ayaklar altına alınmış olur.

Toplumun, devlete karşı besledikleri umutlar da hep suya düşer.

Sonuç itibariyle, olumsuzluklar halkası içerisinde çözülme ve kargaşa, terör kaçınılmaz hale gelir ki; hal-i âlem orta yerde? 

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Türkiye, neredeyse yüz yıldan beri demokratik bir ülke olarak kendini dünya kamuoyu nezdinde tanımlıyor?

Ama ne var ki; gelen iktidarlar, giden iktidarları aratıyor.

Gelen gideni aratır misali.

Nerede ise günümüze dek AK Parti hükümeti dâhil olmak üzere, hiçbir iktidar kendini şaibelerden, yanlış ve antidemokratik uygulamalardan kurtaramıyor.

Hele hele bazı bakanlıkların bünyesinde ayyuka çıkmış yolsuzlukları, Hindistan’daki “Sağır Sultan”ın dahi dikkatini çekmektedir.

Nitekim bazı bakanlıkların bünyesindeki yanlış uygulamalar, keyfi ve cebri işlemler ise de, “iktidarın nereye kadar bu işi götürebileceği” sorusuna neden olmaktadır?

Hükümete yakın bazı yazılı ve görsel medyanın yazar-çizerleri hariç, milletin objektif gözüyle bakıldığında her gün biraz daha AK Parti hükümeti sınıfta kalıyor.

Mesela Gazeteci Sedef Kabaş’ın kendi twitter hesabından yazdığı bazı ifadeler yüzünden evinin basılıp gözaltına alınması, çağdaş bir Türkiye’nin demokrasisine yakışmaz.

Hanımefendi diyor ki: “O tweetimin arkasındayım.

Benim eleştirim tarihin en büyük yolsuzluk sürecinin yeterince araştırılmamasına yönelik.

Vicdanlar rahat değil. Tweetimin arkasındayım. Üzüldüğüm nokta, bir savcının Türkiye’de bu kadar yolsuzluk, hukuksuzluk, cinayet, hırsızlık varken bizim gibi vatandaşlarla uğraşıyor olması”

Bunu sosyal medyada paylaşan bir Gazeteci sorumlu tutuluyorsa, gözaltına alınıyorsa, gerçekten Türkiye’deki olup bitenlerin vahametinin oldukça derin ve karanlık olduğunun bir ölçüde alamet-i farikasıdır. 

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Eğri oturup, doğru konuşalım.

AK Parti iktidarı, son beş-altı yıldan beri devlet bünyesindeki yapılan yanlış uygulamaları, özellikle bazı bakanlıkların bünyesinde yapılan yolsuzluk ve usulsüzlük şaibeleri ayyuka çıkmasına rağmen; "üstünü" örtme gayreti içerisindedir.

Kimse inkâr edemez.

Oysaki bu milletin kişisel olarak, ben dâhil olmak üzere, yıllardan beri bu iktidardan o kadar ümit beklemiştik ki, o kadar güven bağlamıştık ki haddi hesabı yoktu.

Yazılarımızda, konuşmalarımızda, programlarımızda, hep böyle özellikle dönemin Başbakanı ve bugünün Cumhurbaşkanı muhterem Recep Tayyip Erdoğan’ı geçmişe yönelik büyük ermiş insanların dualarıyla yâd ediyorduk ve dua ediyorduk.

Gerçi hala da ediyoruz amma dedim ya, “Eğri oturup, doğru konuşalım”

Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ihaleler…

Van, Bitlis, Siirt, Şanlıurfa bölgelerindeki Karayollarının imalatlarının ne kadar çürük ve kalitesiz olduğunu ve çok düşük bir fiyatla, hatta adeta biçilmiş özel fiyat gibi yapılan ihalelerin, belirli insanlara düşürülmüş olması, tartışılmaz bir vahamet içermektedir.

Ulaştırma eski Bakanı Binali Yıldırım’ın dönemindeki ihalelerde, yapılan müteahhit seçimini hiç kimse inkâr edemez.

O biçim de kalitesiz imalatların varlığı söz konusudur.

Üç ay önce Karayolları bünyesinde yapılan bazı asfalt imalatları hiç de fen-teknik sanatına uymayacak kadar çürük imalatlardır.

Kim, kimin ayıbını örtüyor ki?

Yeni yapılmakta olan Diyarbakır Havaalanı ihalesindeki yapılan özel seçim, özellikle kazanan bazı firmaların puan notunu aşağıya çekip, hükümete ve başbakanlığa yakın bir firmaya verilmesi ve Diyarbakır – Mardin Karayolunda yapılan asfalt imalatlarının kalitesizliğiyle on milyonlarca fazla ödenen para müfettişlerin tespitleriyle ele geçirilmiştir.

Defalarca basına yansıtıldı ise de hiç kimse kılını kıpırdatmadı.

Yapılan böyle uygulamalar, milletin iktidarlar hakkındaki beslediği güveni sarsıyor ve halk ümitsizliğe düşüyor. 

* * *

Her zaman bu köşede ifade ettiğim gibi, devletlerin, iktidarların, uzun ömürlü olabilmesi için, mutlak bir şekilde rantsız, çıkarsız, yansız bir yönetim olmalıdır.

Aksi takdirde “Sünnetullah” denilen Allah’ın değişmez kanunları ortadadır.

Tarih boyunca ümmetlerin, ülkelerin hilakı hukuk dışı uygulamaları yüzünden olmuştur.

Elit tabakaya verilen fazla değer, diğer orta ve alt tabakaların hakkına tecavüz hükmündedir.

Zira inandığımız ve bağlı bulunduğumuz yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki, birçok ayeti kerimenin bu husustaki anlatımları bize bildirmektedir.

Zannedilmesin ki eski toplulukların başına gelen afetler, belalar, musibetler, sadece orada o toplumların yok edilmesi ile beraber gitmiştir.

Aynı o zulüm işleyen toplumlarla beraber, yerin dibine gömülmüş gitmiştir.

Kesinlikle öyle değil.

Devletin bünyesinde yayılan zulüm unsurları ve zulmün çeşitli uygulamaları unutulmasın ki insan vücudunda gizlice oluşan bir hastalık gibidir.

O gizli, görünmeyen hastalık, ansızın o insanın ölümüne çabukça neden olur.

Mukadder olan bir hastalığın, gizliliği insan vücudunda ne kadar kirliyse, devlet bünyesinde yayılan gizli zulüm, öteleştirme ve daha neler neler…

Kesinlikle o ülkenin geleceğini karartmasına neden olur.

Zira “Hûd” suresinin 117. ayeti şöyle buyuruyor;

“Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir”

Yani bir milletin kendi aralarındaki güzellikleri ve adaleti yitirmediği müddetçe, Allah o toplumu kesinlikle hilak etmez, onlara zulüm bela etmez.

Eğer bir toplum kendini badirelerden kurtaramıyorsa, bir ülke devletiyle-milletiyle beraber, kendini kavgadan, kargaşadan, terörden kurtaramayıp da hep mezalimlerle, yanlış uygulamalarla karşı karşıya kalıyorsa, bilinmelidir ki o ülkenin bünyesinde gizli yanlışlıklar vardır, vücudu hastalık sarmıştır.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar...