ZULME DAYALI SİSTEMLERİN SONU HÜSRANDIR! (II)

Evet, sevgili okurlar.
Yazımıza iki günden beri başlık olarak kullandığımız “ZULME DAYALI SİSTEMLERİN SONU HÜSRANDIR” ifadesi, bize neyi hatırlatıyor acaba?
Bu yazının ışığı altında hareket edip yola çıkarsak, mevcut siyasetin, politikanın hali pür melalinden çok şey çıkarabiliriz.
Zira siyaset; toplumları her alanda, her yörede kendi seçmenlerinin aklını adeta çeliyor, düşünce özgürlüğüne ipotek koyuyor, görme kabiliyetini aşağıya çekmek için adeta insanların basiretine bant çekiyor.
Neredeyse 90 yıldan beri bu toplum ne çektiyse, hep yanlış ve sakat beyinli politika anlayışlardan çekmiştir.
Politika öyle bir hal almış ki zaman gelmiş, adeta mutlak bir istibdada dönüştürülmüş.
Halkın birer hizmetkârı yerindeyken, aldatıcı manyetizmle her şeyi tersyüz ederek, siyaseti tahakküme çevirip, insanları başka mecralara çekip, köle gözüyle bakmak ve kandırmakla yola çıkan bir siyaset, cehaletimizin, görmezliğimizin, iyi düşünmememizin silahıyla bizi içten vuruyor ve hiç de farkında değiliz. 
* * *
Bediüzzaman Hazretleri yaklaşık yüz yıl önce, eski namıyla Kürdistan coğrafyasında, yani Hakkari-Beytüşşebap yörelerinde bazı Kürt aşiretleriyle hasbıhal ederken, soru ve cevap mahiyetinde “Münazarat” isimli kitabında şöyle bahsediyor;
Soruyorlar;
“Ey büyük Üstat!
Şu meşrutiyet büyüklerimizi, beglerimizi kırdı, yani meşrutiyetten önce Osmanlının son dönemlerindeki Kürdistan coğrafyasında bazı kesimlere vermiş olduğu eyalet yetkileri, sonuç itibariyle toplumun üzerine kullanma silahına dönüştürülmüştür.
İstibdada dönüştürülmüştür.
Artık ağalık, beglik, şeyhlik, gerçek kavram manasından çıkarılıp milletin üstüne yukarıdan kuş bakışıyla bakılmış ve o yetki istibdada dönüştürülmüştür”
Tıpkı günümüzde bugünkü politikanın Güneydoğu Anadolu’da bulunan bazı kesimlerin elindeki görüntü gibi..
Adeta bir tahakküm görüntüsü olmuştur…
Zorbalık görüntüsü olmuştur, korku ve dayatmaya çevrilmiştir
Ondan sonra meşrutiyet geldi, padişahın yetkileri elinden alınıp Şûra’ya teslim edildi..
Yani bugünkü deyimle "demokrasi" denildi.
O beglerin, o ağaların, o şeyhlerin havası kırıldı, foyaları ortaya çıktı.
Bu münasebetle Üstat Bediüzzaman Meşrutiyet’i methederken, onlar soruyorlar;
“Kürt büyüklerinin ve beglerimizin yetkilerini kırdı, ama buna rağmen çok iyi oldu.
Zira bazıları da müstahak idi, hem de maddeten…Hiç bir şeyi görmeden, yalnız meşrutiyetin namını işitmekle kendi kendilerine düştüler.
Bunun hikmeti nedir?”
Bu soruya Üstat cevaben şöyle diyor;
“Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. 
Sizin ıstılahınızca o zamanın makinesini çeviren o bölgeye bir ağa lazımdı.
İşte zaman-ı istibdadın (zulüm zamanının) hakim-i manevisi o ağanın kuvveti idi.
Kimin kılıcı keskin ve kalbi katı olsaydı, o zaman da o yükselirdi”
 
***
Üstat burada çok ince konulara dikkat çekiyor.
Bakınız, sevgili okurlar.
Şöyle diyor;
“Kimin kılıcı keskin olsaydı… Kalbi katı olsaydı..”
Yani bölgede hangi aile hangi feodaliteyi elinde tutuyorsa, “kalbi de katı olsa” yani kalbinde Allah korkusu yoksa o devirde o kimseler yükselirdi.
Hem de zulüm yaparak yükselirdi.
Fakat zaman-ı meşrutiyetin zembereği, ruhu, gücü, hâkimi, ağası haktır, akıldır, marifettir, gerçek kanundur ve kamuoyudur.
Silahı keskin olmak yerine, kimin aklı ve düşüncesi keskin, kalbi ilahi nurla parlak olursa yalnız o yükselecektir.
Bu Şûra’nın, yani meşrutiyetin, İslami hükmün, İslami hukukun gereği de budur.
Bilindiği gibi ilim; yaşlandıkça artar.
Kuvvet (zorbalık) ihtiyarlandıkça tenakus (geri tepmek) ettiğinden, zira kuvvet ve zorbalığa istinat eden eski çağların hükümetleri ilme ve tecrübeye dayalı değil, tam tersine zor kullanarak bir yere gelmek istediler.
Amma çabuk inkıraza uğradılar, geri tepti ve çabuk düştüler.
“İşte ey Kürtler!
Sizin beg ve ağa, hatta şeyhleriniz dâhi eğer kuvvete ve zorbalığa istinat ile kılıçları keskin ise bid-darure hangi gün olursa olsun, düşeceklerdir.
Hem de düşmeye müstahaktırlar ve olmalıdırlar.
Ve nitekim günümüzde düşmüş durumda.
Eğer akla istinat ile zorbalık yerine muhabbeti, sevgiyi, dostluğu ve hissiyatını, gerçek ilme ve düşünceye tabi kılarlarsa, o ağa da o şeyh de o beg de düşmeyecektir, bilakis yükselecektir”
Ama "siyaseti müsaitliğe ve müteahhitliğe dönüştürürlerse", tam manasıyla mutlak bir istibdat ve zulme dönüştürülecektir.
* * *
Üstad devamla şöyle diyor.
"Evet, cehaletimizin silahıyla bizi vuran, yani halkı cahil görerek aldatmaya müsait gördükleri zaman, o millet mahvolmaya müstahaktır.
İçimizdeki bazı garip namlar (isimler) ile hüküm süren, parça parça istibdatlardır.
Ki hayatımızı, yaşam tarzımızı zehirlemiş durumdaydı.
Zira öyle bir hale geldik ki önümüzü göremediğimiz gibi yönümüzü de tespit edemez haldeyiz.
Ama yine kabahat ve buna sebebiyet bu tür küçük istibdatların pederi olan büyük istibdada aittir, yani hükümetlere aittir.
Onları bu duruma getiren o iktidarların yanlış politikalarıdır.
Hükümetlerin, iktidarların bu tür şeylere göz yummaları yüzünden bu millet bu hale gelmiştir.
Kürt toplumları yüz seneden beri böyle, bu tür ehliyetsiz insanların elinden bu hale düşmüştür."
* * *
Yine Üstattan sorarlar;
“Begler, ağalar, müteşeyyihler (şeyh görünüp de şeyh olmayanlar) iki kısımdır.
Peki, farkları nedir?”
Üstat cevaben şöyle diyor;
“Farkları açık ve nettir.
İstibdat ile İslam’ın hükümleri ne kadar birbirinden uzaksa bunlar da o kadar gerçeklerden uzaktır.
Zira meşrutiyet, Allah’ın hükmü olan Şûra’ya bağlıdır”
 
* * *
Yani Onların aldatıcı kandırmacaları zorbalığa dayalıdır.
Evet, sevgili okurlar.
“Toplumlar terakki ve geleceklerini neyle yakalayabilirler?” sorusuna cevaben deriz ki Bediüzzaman Hazretlerinin söylediği gibi;
Aldatıcı, makyajlı, ranta ve rüşvete dayalı politikacıların yüzüne bir iman şuuruyla şamar atmalarıyla olur.
Bir daha aldatmalarına, yalancı pozisyonlarına aldanmamak gerekir.
“Ağamsın, şeyhimsin, paşamsın, zenginsin, varlıklısın, müteahhitsin, milletvekilisin veya Bakansın.
Sana kul köle olurum” tavır ve hareketi yerine tam tersine dik durmak lazım ve her şeylerine yok çekmek lazım.
Zira yüce kitabımız birçok ayeti kerimelerinde bu tür olaylara karşı bizi uyarıyor.
Aklımıza havale ediyor, düşünceye, tefekküre, ilme davet ediyor ve nihayet toplumların kendilerini benlik ve kültüründen sıyırmamaya davet ediyor.
Eğer bir toplum kendi benliğini, imanını yitirirse, peşinen kendisi de kendini yitirmiş durumdadır.
***
Bakınız, sevgili okurlar.
İsterseniz beraber yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in “Ra’d” suresinin 11. ayetini inceleyelim.
Bu ayet bizi aynen şu şekilde uyarıyor;
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirmedikçe, Allah onlarda bulunan özellikleri değiştirmez”
Ayetin mefhumu muhalifi ise aynen şöyledir;
Demek ki bir toplum özelliklerini, kahramanlıklarını değiştirip de kendilerini birilerine layık olmadıkları halde köle durumuna getirdiği müddetçe, Allah da müstahakları’ını vermekten geri kalmaz.
En derin saygı ve sevgilerimle.