ANDIÇ HAREKETİ VE ZULÜM KARANLIĞI!

Evet, sevgili okurlar.

Gerçekten yakın tarihimizde Türkiye’de, özellikle bu coğrafyada, yani Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da faili meçhul ve karanlıklarla dopdolu geçen vakaların baş müsebbipleri; rejimdir, yürürlükteki sorumsuz bir sistemdir ve dolayısıyla kamuda çalışan “layüs’el” bir anayasadır.

Anayasanın dibacesine sonuna kadar incelendiğinde, görünüyordur ki tümüyle çağdaş, insan temel hak ve özgürlüklerine aykırı olup, hakka ve hakkaniyete, doğruluğa, dürüstlüğe aykırı birtakım maddelerden ibarettir.

12 Eylül 1980’deki darbenin varlığı sonucunda tıpkı bugün Mısır’daki General Sisi’nin yaptığı gibi, Kenan Evren ve arkadaşları da kendi icraatlarını, keyfiliğini yürürlüğe sokmak için daha doğrusu meşruiyet kazandırmak için böyle bir anayasa tanzim edip, halkın oyuna sundular.

Çok ağır şartlar içerisinde halka zorla kabul ettirdiler.

30 seneden beri yürürlükte olan bu anayasa çok uzun ömürlü oldu ve ülke içerisinde olup bitenler, faili meçhul cinayetler, haklar, gerçekler tersyüz edilerek 30 sene içerisinde her şey "askeri vesayete" bırakıldı.

Ülkenin kaderi makûs karanlık bir tünele sokuldu.

Çok aileler mağdur oldu, ülke zarar gördü.

Buna rağmen müreffeh ve mutlu bir hayat içerisinde yaşayan da askerler oldu.

Askerler, 12 Eylül’den sonra adeta ülkeye gol attılar..

28 Şubat’ı hazırladılar..

28 Şubat’ta sorumsuzluk taşıyan brifing hazırladılar, bu brifingde adalet mensuplarına da fetva çıkarttılar velhasıl meşrulaştılar.

Oysaki hiç meşruiyeti yok.

Bize göre hala da meşru sayılmazlar.            

Zira, Andıçlar, BÇG ve Cunta çeteleri  çok rahat cirit attılar.

Zoraki meşrulaştırmaya çalışıldı ve faturası da sonuç itibariyle ağır oldu.

Hayatta kalan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, deyim yerindeyse kabak onların başında patladı.

Müebbet aldılar.

Gerçekten de “Eden bulur” misali bunlar da hak ettiklerinin karşılığını buldular.

Demişler ya “İla cehenneme zümera”.

Ama ne var ki bu cumhuriyet dönemindeki geçen zaman süreci içerisinde dalgalanıp duran siyasetin fitne fırtınaları ile iç içe girift karmaşalarla dolu bir süreç yaşattı bu ülke insanına.

Gerçekten derinden düşünmeliyiz.

Bu anayasa hala yürürlükte olduğu halde, eğer meşruiyeti söz konusuysa, o zaman bu anayasayı millete kabul ettiren zevat, niye bugün müebbet ceza alıyor.

Eğer meşru değilse ki değildir.

Zira onun başyapımcısı ve halka her şeyi berrak gösteren kişiler, niye ceza alacaklardı.

Demek ki her şey göründüğü gibi değildir.

Zaten ülke olarak, devlet olarak, olup bitenlerin hepsi ama hepsi adeta diktaya, zorbalığa dayanıyor.

Bu nedenle bu anayasanın müellifi bugün eğer müebbet cezayla karşılaşmışsa, bu süreç içerisinde bu anayasa paralelinde yapılan tüm kanunlar, uygulamalar, yönetmelikler, tüzüklerin hepsinin meşruiyetini yitirmiş olması lazım.

Çünkü anayasayı halka kabul ettiren zevat bugün sanıktır, ceza almıştır ve sanıklığıyla ceza almasının baş müsebbibi darbedir ve bu anayasadır.

* * *

Yıl 1996..

Gün, 21 Haziran’ı 22 Haziran’a bağlayan gece.

Saat 20.45 sularında Altındağ Dinlenme Tesisleri kundaklandı.

8 masum insan orada hayatını kaybetti, 13 insan yaralandı.

Ama kim bunları yaptı, nasıl yaptılar, hala da olayın gerçek yüzü gün yüzüne çıkmış değil?

Şekli olarak yargılamalar oldu, bazı insanlar tutuklandı, tetik çekenler ise kaşla göz arasında 15-20 gün içerisinde Jandarma veya Polis tarafından, görülen lüzum üzerine infaz edildi.

Zira adamlar ileriki yıllarda, akılları başlarına gelip belki bir şeyler söylerlerdi.

Tıpkı Şemdin Sakık’ın bugünkü söylemleri gibi.

Dün kütüphane arşivimi araştırırken, el yazısıyla yazılmış bir yazı gördüm, okudum ve baktım ki Şemdin Sakık’ın yazmış olduğu bir yazı.

26. 04. 2012 tarihiyle Şemdin Sakık imzasını taşıyan bir yazı.

Üç sayfa daktiloyla yazılmış, bir sayfada da el yazısıyla küçük bir not yazılmış.

Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nden gönderilmiş, muhatabı Diyarbakır Söz Gazetesi ve Mehmet Ali Altındağ.

Küpürünü siz değerli okurlarımıza sunacağız.

El yazısıyla yazılan ufak notunda şöyle diyor;

“Size gönderdiğim makalemi, eğer siz de uygun görürseniz yayımlanmasını istiyorum.

Ancak eğer mümkünse parça parça da olsa makalemin tümünü yayımlamanızı istiyorum.

Ancak tümü okunduğunda ele aldığım konuyu daha kolayca anlamak mümkün olabilir.

Saygılarımla.

Şemdin Sakık.

***

Belki kullanırsınız diye bir de fotoğrafımı da gönderiyorum.

Lütfen Mehmet Ali Amcaya saygılarımı ve sabır diledeğimi iletin.

Çocuğunu katleden tetikçilerden tek birisinin şu anda yaşamadığını bilmesini istiyorum.

Onlar da aynı şekilde karanlık eller tarafından infaz edildi.

Zira ileride gerçekleri konuşabilecekler endişesiyle, onlara güvenmediler ve infaz ettiler.

Ama öldürme emrini verenler, halen ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar.

İşte bunlar da andıç hazırlayan JİTEM’in önemli kişileri”

* * *

Evet, Sayın Sakık her ne kadar bunları özetliyorsa da üç sayfadan ibaret olan bu yazı, Cezaevinin damgasıyla postalanıp, bize gelmiştir.

Mektubunun bir iki paragrafını özetleyerek, size sunmak istiyorum.

“13 Nisan 1998’de başlarında Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın bulunduğu (bu bilgiyi MİT 14 yıl sonra doğruladı) beş kişilik bir ekip bizi Duhok’tan alıp Silopi’ye getirdi.

Silopi’de tutulduğumuz üç saat boyunca öldüresiye kaba dayaktan geçirildik; hem 1993 darbesinin hem de bu darbenin devamı olan 28 Şubat sürecinin şövalyelerinden biri olan Yeşil, ranzaya bağlanmış bedenimi çiğneyip duruyordu.

“Ankara’dan emir var, bu kişiler mahkemeye çıkarılabilirler, onları daha fazla döverek iz bırakmayın” talimatı üzerine bize eziyet vermeye son verdiler.

Bizi Diyarbakır’a getirdiler ve hemen sorguya aldılar: Dönemin Diyarbakır 7. Kolordu Komutanı (siz Diyarbakır ve hatta Güneydoğu bölgesini yöneten tek adam olarak da okuyabilirsiniz) Yaşar Büyükanıt ve bu zatın yardımcısı gibi çalışan dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nihat Çakar, bazen bizzat katılarak bazen de yan odada monitörden izleyerek sorgu sürecini yönettiler. MİT ve Emniyetten temsilcilerin sorguya katılma isteklerini ise reddettiler; çünkü gerçeklerin anlaşılmasını istemediler.

Gözümü sımsıkı bağlayarak sorguya aldılar. On günlük sorgunun ilk sorusu “seni Kuzey Irak’tan getirenleri tanıdın mı?” olmuştu. Belki de bu soruyu Yeşil’in kendisi sormuştu. Tabii ki “Yeşil beni getirdi” dediğim anda ifadelerimi aldıktan sonra beni ve kardeşimi bir çukura gömeceklerini anında tahmin ettiğim için “tanımadım” diyerek bu ilk tuzağı aşmıştım.”

Devamı yarın.

En derin saygı ve sevgilerimle.