EVET!… HİRA VE SEVR DAĞLARININ ZİYARETİ!

Değerli SÖZ okurları!
Uzun bir aradan sonra bugün yine sizinleyim.
17 Mayıs 2009 günü ansızın Ankara’dan gelen bir telefonla Umre ziyaretini yapmak üzere bana bir sürpriz yapıldı.
Tabi kırmadım, dolayısıyla hiç niyetim de yoktu. Eğer niyetim olsaydı, daha önceden tedbirimi alarak geniş çaplı bir seyahat yapmak üzere vize alacaktım…
Ama hiç de böyle bir niyetim yoktu. Zira işlerimin yoğunluğu nedeniyle bir yere kıpırdayacak halim yoktu.
Ama kaderi ilahi tecelli etti. Bana gelen bu teklif sonucunda 17 Mayıs’ta karar kıldım ve 22 Mayıs akşamı saat 20.00 sularında Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye uçtuk.
Bu organizasyon Diyanet İşleri Başkanlığı’nca gerçekleştirilmiş olma hasebiyle büyük bir rahatlık içerisinde sabah saat 04.00’te Medine’ye indik.
Otele yerleştirildik. Grubumuzda yüksek akademisyen kişiler vardı.
Hemen hemen herkes eş ve ufak yavrularıyla beraberdi.
Özellikle bu Umre ziyaretinin seyahati içerisinde beni etkileyen ve çok memnuniyetle karşılaştığım Türk kökenli yaklaşık yirmi yıldan beri Kanada’da genel cerrah olarak görev yapan genç bir doktor kardeşimiz oldu.
Ankara’da uçağa binmeden evvel onunla tanıştık. Gencecik eşi ve iki yaşındaki Numan adlı güler yüzlü yavrusuyla beraberdi.
Mesleği Genel Cerrah olan Doktor kardeşimizle uçakta sohbet ederken, Türkiye’deki bazı sıkıntılar ve ekonomik krizi konuştuk.
Bana dedi ki; "Hayır Haci amca! Türkiye’de ekonomik kriz yok. Gerçekten yok" dedi.
"Aslında gerçek ekonomik kriz ABD’dedir. Adam evlerinde sabah kahvaltı yaparken bir bakıyor ki kapısı çalınıyor, kapıyı açar açmaz haciz memurlarıyla karşılaşmaktadır.
Gerek vergiden ve gerekse kredi kartlarından dolayı oluşan şu kadar borcu ödememişsiniz,  bir hafta içerisinde evinizi satıyoruz ve evi hemen satışa çıkarmak için buraya geldik, haber veriyoruz, evinizi tahliye edin"
Ev sahibi neye uğradığının farkında bile değil. Bir bakıyor ki ailesiyle beraber kendilerini kapı önünde görüyorlar.
Bu ekonomik kriz nedeniyle Amerika’nın birçok eyaletinde nice aileler var, konteynırlarda barınıyorlar.
Evler ellerinden gitmiş haberleri bile yok.
Türkiye’de büyük bir ekonomik rahatlama var." diye tespitlerde bulundu.
Umre arkadaşım sayın genç doktor kardeşim ana dili gibi beş dil konuşuyordu. Ama canı gönülden İslama bağlanmış bir aile reisi olarak gördüm.
Eşi ise İslama tam uygun bir tesettür haliyle Umre ibadetini yapıyorlardı.
İki yaşındaki küçük Numan kucaklarında idi. Hiç de ağlamıyordu, hep güler yüzlüydü.
Kafilemizde bir uzman doktor daha vardı. Eşiyle beraberdiler.
Onlar çocuksuzdu. Eşi ise Diş Hekimi çok sevecen bir insan, hep güler yüzlüydü…
Adı Lokman Kılıç, Kızıltepe’liydi. Çok değerli kadirşinas, mütevazi, saygılı, ağırbaşlı bir akademisyendi.
Her iki eş tam birbirine yakışır bir inancla İslamiyeti yaşıyorlar.
Aynı inançla büyük bir ihlas içerisinde Umre ibadetlerini yapıyorlardı.
Gencecik eşi sabah kahvaltısında bizim Haci hanımla konuşurken bizi "Siz sabah namazından önce Beytullah'a giderken lütfen bizi de uyandırın, seher vaktinde biz de Beytullah'ın etrafını tavaf edip o saatte dua edelim"
Tabi ki bu Umre ziyareti arkadaşlığının ne kadar tatlı ve ihlaslı bir arkadaşlık olduğu ifade edilemez. Yaşayan bilir.
Orda konuşulanlar ve yapılanlar gerçek ihlas ve samimiyettir. Dolayısıyla bundan sonra biz her iki eşi sabah ezanından evvel uyandırmak isterken bir baktık ki her sabah bizden daha önce uyanmışlar ve Kabe’ye gitmişler.
Biz baktık ki bizden evvel Beytullah'ın etrafında dolaşıyorlar. Hacer’ül Esved’e doğru yürüyorlar.
Allah böylece Türkiyemize, ülkemize, yöremize ve bütün islam dünyasına böylesi akademisyeni, dirayetli, akıllı, inançlı gençlerimizi vesile kılsın. Ve sayılarını arttırsın.
İnanın sevgili okurlar!
O Umre ziyaretinin sevinç ve mutluluğu bir yana, o gençecik akademisyenlerle tanışmamız bir yana.
Bize apayrı bir mutluluk verdi.
Bir hafta dahi olsa, mevcut olan sıkıntı ve kederlerimizi bu arkadaşlar sayesinde gidermiş olduk.
Ama o kutsal topraklara insanlar ayak basarken apayrı bir aleme girmekten kendini alıkoyamıyor.
Buarada biraz da Medine’de yaptığımız önemli ziyaretleri sizlerle konuşmak istiyorum.
Önce Mescid-i Nebevi’nin ziyareti ve ezandan önceki Teheccüt namazı ve yapılan dualar ve Resulullah (S.A.V.)’ın huzurunda büyük bir tevazu ve saygıyla ayakta dik durma hali insanlara apayrı bir duygu yaşatıyor.
Zira o Mescid-i Nebevi’nin yüksek duvarına işlenen şu Hadis-i Şerif hemen dikkat çekiyor.
"Benim bu mescidimde kılınan namaz, Mescid-ül Haram’dan başka yeryüzündeki tüm mescidlerde kılınan namazların sevabının bin katıdır. Ama Mescid-ül Haram’da kılınan namaz hariç."
O an insana apayrı bir huzur veriyor.
Ondan sonra Diyanet görevlisi kafile başkanımız bizi ertesi gün sabah namazından sonra Uhud Dağı’na götürdü.
Uhud Dağı’nda görünen manzara ne kadar önemli ve ne kadar ağır bir manzara olmasına rağmen ama diyanet görevlileri çok yüzeysel bir anlatımla olayı geçiştiriyorlardı.
Bu da olayın eksik tarafıydı…
Hoca efendi anlatırken Uhud’daki Resulullah (S.A.V.)’ın yaralanması ve savaşın mağlubiyetle neticelenmesini anlatıyordu ama tam anlatamıyordu.
Yüzeysel geçiyordu. Bir ara kendimi tutamadım, söze girdim. Ve kafile aşkanı Ertuğrul hocadan izin istedim.
"Hocam izin verirsen ben bu Uhud olayını azıcık izah edeyim."
"Hay hay memnuniyetle!" dedi.
Ve şöyle söze başladım. Kafile de pür dikkat çekilmiş beni dinliyor.
Dedim ki; "Olayın temelinde yatan gerçek şudur ki; başarının sırrı samimiyet ve ihlasa, başarısızlığın sırrı da samimiyetsizlik ve çıkar yollarına dayanır..
Zira olaydan bir sene evvel Bedir Savaşı’nın meydana gelişi sırasında Resulullah (S.A.V.) kendi ordusuyla beraber çok büyük bir azınlık içerisinde iken büyük bir galibiyet ile savaşı kazanmıştır.
Bunun sebebi mucibesi ihlas, samimiyet, Allah’ın büyük davasına icabet edip canını ve malını o uğurda gözünü kırpmadan seve seve vermeye hazır olma şekliydi.
Bu samimiyete binaen o azınlık içerisinde Allah’u Teala tarafından görülmeyen melaikeler ordularıyla azınlıkta olan islam ordusuna katılırken o azınlıkta olan islam ordusunun önünde beyaz bayraklarıyla müşriklerin ordularına karşı büyük bir görüntü veriyordu.
Ve aynı zamanda müşrik ordularının gözlerini kamaştıran ve açtırmayan kum taneleriyle karşı karşıya bırakıyorlardı.
İşte oradaki büyük bir azınlık içerisinde galibiyetin sırrı ne ise, bir yıl sonraki Uhud Savaşı’nda aynı biçimde tam tersine geçici bir mağlubiyetle sonuçlanan savaşın sırrı da budur.
O gün ne kadar başarı hakim idiyse, Uhud savaşında da samimiyetsizlik o kadar başarısızlıktı.
Zira Uhud Meydanı’nda görünen bir tepecik. O tepeciğin başına Resulullah’ın yerleştirdiği birkaç tane okçunun samimiyetine dayanarak savaşa girdiler. "Ama biz kazansak da kazanmasak da, galip de olsak, mağlup da olsak, kesinlikle burdan kıpırdamayacaksınız."
Bu emri Muhammedi’nin karşısında maalesef ciddiyet ve metanet göstermeden, iradesizlik ve nefsani zaafiyetler içine kapıldılar.
Birinci merhalede galip olan İslam ordusu, müşriklerin ganimetlerini ele geçirirken, okçuların "Bize ganimetten acaba pay bırakıldı mı veyahut payımız kaldı mı?" endişesiyle kendilerini büyük bir boşluk içerisine bırakarak mevziyi terk edince Ebu Süfyan’ın hışmına uğradılar.
Ve o gün için müşrikler ordusunda büyük bir kahraman ve başarılı bir savaşçı olan Halid Bin Velid tarafından İslam ordusunun etrafı sarıldı, böylelikle Resulullah’ın mübarek dişinin kırılmasıyla başının yarılmasıyla geçici bir mağlubiyetle karşılaşıldı.
Her iki olaydan anlaşılan budur ki islamın ana felsefesi ve temel vecibesi şu iki gerçeğe dayanıyor;
Çıkardan ve bencillikten çok uzak, ihlasa ve samimiyete dayalı canhiraşane çalışma şekli.
İkincisi ise tam tersine çıkara dayalı, iradesizlik ve samimi olmayan hal ve tavırların göstergesi…
Tıpkı bugünkü İslam dünyasında yaşanmakta olan hal ve gidişat gibi.
İşte örnek oradan buraya berrak bir biçimde kendini ifade ediyor.
Medine’den Mekke’ye giderken tabi bugünkü adıyla Abari Ali olarak adlandılan eski deyimiyle Zül Huleyfe olarak bilinen mevkide ihrama girildi ve niyet getirildi.
Altı buçuk saat karayoluyla Mekke’ye doğru gittik.
Ne hazindir ki Mekke’ye girerken 30 ile 50’şer kat arasında uzanan büyük binalar ve otellerin varlığından dolayı Mescid-ül Haram’ın görüntüleri çok ufak kalmaktadır.
İşte o görüntü ve o manzara insanı üzüyor.
Bu servet, bu zenginlik, bu bolluk. Allah’u Teala 4 bin sene evvel Hz. İbrahim’in zürriyetine yapmış olduğu duanın neticesi…
İşte bu bereket, bu servet, Halilullah’ın sofrası gibi büyük bir zenginlik içerisinde yaşayan Mekkeliler, elbette ki Mescid-ül Haram’ın ve Beytullah’ın yüzü suyu hürmetine gittikçe de daha da bereketlenirler, zenginleşirler, ama ne hazindir ki görünen manzara islam dünyasından giden Hac ve Umrecilere yapılan bir hizmet ise de fakat bana göre rant ve çıkar ön plandadır.
Umre ziyareti vazifesini yerine getirdikten sonra ihramdan çıktık ve normal sivilleşme haline girdik.
Ertesi gün yine kafile başkanımız ikindi namazından sonra serinlikte bizi Hira Dağı’na götürdü.
Ondan sonra Sevr Dağı’na, yani Resululah (S.A.V.)’ın Medine’ye hicreti sırasında saklandığı daracık mağara.. Ondan sonra da Arafat’ta bulunan Cebelül rahme (Rahmet Dağı’na) götürdü.
Ondan sonra da bizi Müzdelife meydanına getirdi. Büyük bir cemaatle akşam namazını orada kıldık. Namazdan sonra tüm Umrecilere otelden gelen yemekler, yer sofrası olarak serildi.
Geçen dönemde Diyarbakırspor’da oynayan Engin ve birkaç sporcu daha ordaydılar.
Türkiye asıllı olup, yirmi yıldan beri Mekke’de kalan bir hoca efendi yemekten sonra çok güzel bir vaaz irad etti.
Mescid-ül Haram’ı anlatıyordu, Kabe’nin bereketini anlatıyordu. Zemzem’in şifalı bir su olduğunu anlatıyordu.
O büyük potansiyel içerisinde diyebilirim ki çoğunluğu akademisyen, okumuş üniversiteli gençler vardı.
Doktor, hukukçu, mühendis vs. gibi..
Ama yine Diyanet orada çok büyük bir yanlışlık yaptı.
Bu tür diyanetin yanlışlıkları bir değil. Her organizasyonda kendini göstermektir.
Ki hac farizasını yerine getirirken de, Diyanet yanlışlıklarıyla karşılaşmıştık.
O gün beni üzen 'yanlışlıkları'  neydi biliyor musunuz? Size açıklayayım:
Akşam namazını cemaate kıldıran Diyanet görevlileri maalesef yatsı vakti geçtiği halde, yemek ve vaaz bittiği halde yatsı namazını cemaatle kıldırmadan cemaati dağıttı.
Cemaat içerisinde yükselen sesler, ‘Siz niye burada cemaatle namaz kıldırmıyorsunuz?’
Ben aynen şunu söyledim:
"Beyler yapmayın! Bu ne turşu, bu ne lahana, bu ne perhiz! Siz ne yapıyorsunuz veya neleri yapmak istiyorsunuz?" diye seslendim onlara…
Ve benimle beraber birçok Umreci arkadaş ayağa kalktı.
Biz bu saatte Mescid-ül Haram’a gidip cemaate yetişemeyiz. Yatsı namazı kılındı, vakti geçti.
Otelde kılmayı biliyoruz ama cemaat yok dedik.
Omuzları bükercesine dediler ki; "Ne yapalım, öyle icab etti"
Böylece geçiştirdiler. Bizi o akşam, o kutsal topraklarda, o güzel ve mübarek yerlerde, o akşam yatsı namazının cemaatinden bizi mahrum bıraktılar…
İşte Diyanet’in neticesi bu…
En derin saygılarımla…