FİTNELER = HİLELİ REJİMLER!

Evet, sevgili okurlar.

Hakikat şudur ki;

Fitneleri üreten, oluşturan ve büyüten rejimlerin ta kendisidir.

İnsan temel hak ve özgürlüğüyle bağdaşmayan, insanlar tarafından dayattılan rejimlerdir..

Yani nam-ı diğer tağuti rejimlerdir ve sistemlerdir.

Kendi toplumlarının milli iradesine inanmayıp inkârcı, sosyalist dayatma rejimlerin temsilcileri, işgalci ve müstevli emperyalist rejimlerin her daim birer piyonu durumundadırlar.

Onların nam-ı hesabına kendi ülkelerinin geleceğini biçimlendirmektedirler..

Bundan da hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Derler ya; hal-i vaziyet orta yerde..

***

Bu bir gerçektir ki;

Tarih boyu İslam’a karşı birleşen, dünya küfür sistemleri hep ittifak içinde olmuşlardır..

Cahiliye dönemine dayalı rejimlerini "hep bu sinsi ittifaklar" doğrultusunda güçlendirmeye çalışmışlardır.

Tıpkı bugünkü ABD, Rusya, Çin gibi..

Ki dahası ülkeler de yok değil..

Putçu emperyalist ülkeler…

Dün olduğu gibi bugün de; İsrail Yahudisi’nin gammazlığıyla birleşerek, Mısır’a karşı, Suriye’ye karşı, Türkiye’ye karşı ve tüm Ortadoğu İslam ülkelerine karşı "muttefikane" tavır ortaya koymaktadırlar.

Dün de aynı bu sütunlarda belirttiğim gibi…

Bu dehşet saçan "tağuti rejimlerin" temsilcileri kesinlikle gerek haçlı emperyalizmine karşı, gerek Siyonist emperyalizmine karşı olsun, adı Ahmet, Mehmet de olsa hiçbir zaman İslam adına adım atmazlar.

Zira hep gerektiği anda bir araya gelirler, güç birliği yaparlar, güçsüz devletleri sömürmekte ortaklaşırlar.

Kültürümüze mal olan bir atasözü var;

“Domuzdan post, gâvurdan dost olmaz”

* * *

Bakınız…

Yüz sene evvel..

Yani I. Dünya Savaşı’ndan sonra…

Müstevli işgalci İngiliz ve İtalyanların, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin birçok vilayetlerini işgal ettikleri sırada ve mevcut İttihat Terakki Hükümetinin artık mağlubiyeti sırasında, yani Osmanlı dağılmış, İslam dünyası parçalanmış olduğu hengâmede

Üstat Bediüzzaman Hazretlerinden soruyorlar.

“Ey Üstat!

Sen bu gâvurların işgali hakkında bu hükümetle ilgili hiçbir şey konuşmuyorsun.

Suskunluğu tercih ediyorsun”

Çok meraklı bu suale karşı Üstat şöyle cevap veriyor;

“Eskiden beri bu vatandaki hükümetin hakik-i istinad noktası ve kuvve-i maneviyesinin menbaı (dayanak noktası) olan hamiyet-i İslamiyeyi tehyic etmekle (heyecanlandırmakla) Şeairi İslamiye’nin (İslam’ın ana ilke ve prensipleri) bir derece olsa ihyasına ve fitneye dayalı bid’aların def’ine medar olacağı halde neden şiddetle bu harp aleyhine çıktım ve bu meselenin asayişle halledilmesine dua ettim.

Savaş olmasın dedim ve şiddetli bir surette mustepitlerin, yani İslam’a inanmayan İttihatçı hükümetin lehinde taraf çıktım”

Oysaki zaten İttihat Terakki hükümetinin elinden toplum, illallah demiş."

Tıpkı bugünkü Suriye’nin Esed’i gibi..

Gitsin de nasıl giderse gitsin dercesine kamuoyu oluşmuş.

***

Yine soruyorlar..

“Ey Üstat.

Dolayısıyla da olsa bi’dalara (İslam dışı olan uygulamalara) tarafgirlik değil midir?”

Bu suale karşı Üstat şöyle cevap veriyor;

“Biz ferah ve sürur (mutluluk ve refah) ve zafer istiyoruz.

Fakat kâfirlerin kılıcı ile değil.

Yani toplumsal bir kurtuluş arayışı içerisinde çalışıyoruz.

Milletimizin geleceği için cihat ediyoruz.

Ama bir noktada bu hain hükümete karşı dahi olsa savaşımız, kâfirlerin kılıcıyla değil, ancak kendi milli çabalarımızla bunlarla mücadele etmemiz gerekir.

Kâfirin silahından gelecek yarar bize lazım değil.

Zaten o mütemerrit (inatçı) ecnebilerdir ki aramızdaki münafıkları (siyasetin bünyesindeki münafıkları) ehl-i iman olan kendi milletine musallat ettiler.

Ve aramızdan münafık ve zındıkları yetiştirdiler.

Hem harp belası ise (savaş belası ise) hizmet-i Kur’aniyemize mühim bir zarardır.

Bizim en fedakâr ve en kıymetdar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan vuku bulan bu savaştan dolayı vazife-i kutsiyeyi Kur’aniye’yi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaklardı.

O zaman Kur’an hizmetinde geride kalacaklardı.

Ve yine gâvur tarafından görevlendirilen içimizdeki münafıklar bizi arkadan vuracaklardı.

İnanın, eğer param olsaydı, ben o günkü askerlik bedeli uğruna seve seve para verirdim, bu gençlerimi askere göndermezdim ki ilim ve irfan okusunlar”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Anlaşılan budur ki her ne husus olursa olsun, savaş iyi değil, masum insanların kanını dökmek insanlığa yarar getirmez.

İllaki tağuti düzenler hariç.

Geçici olarak bu hareket onları besler.

Barış, bize göre İslam topluluklarının küfür ve tağuti sisteme karşı zayıf düştükleri zaman geçici de olsa en azından barışa gerek duymaları lazım.

Bu da cihadın bir nevi taktiğidir.

Allah yolunu eğri ve yanlış göstermeye yeltenerek, iman edenleri ve inançları uğruna her zaman canını ve malını feda eden insanlarla ittifak etmek lazım, onları yalnız bırakmamak lazım.

Allah yolunda gidenleri yollarından çevirip, dinden uzaklaştırmaya çalışanlar hangi platformda olursa olsun, onlar hileli düzenlerin birer köleleri olup, fitne engiz unsurlar olmaktan kendilerini kurtaramazlar.

Oysaki kuşkusuz olarak bilmiş olalım ki;

Yüce İslam dini paralelinde Allah yolunda yürüyenler, en doğru yolda yürüyenlerdir.

O’ndan başka bütün yollar sapık ve yanlıştır.

İnsanlar Allah yolundan saptıkları zaman, Allah yolundan men edildikleri zaman her şey istikametini şaşırdığı gibi onlarda şaşırır.

Zigzag yol çizer ve devrilirler.

Bütün ölçüler, değerini kaybeder ve yeryüzünde yapayalnız sapıklıktan başka hiçbir şey kalmaz.

***

Evet, sevgili okurlar.

Üç gündür üst üste vurgulayarak ifade etmeye çalıştığımız gerçek fitne engiz unsurlarla mücadele vermek, cihat açmak, Müslümanların yegâne vazifeleri olmalıdır..

Hangi yolla olursa olsun, o mücadeleyi illaki kaybetmek değil, başarmak gerekir.

Burada tarihi Hudeybiye vakasındaki Barış olayını bir nebzecik de olsa sizinle paylaşmak istiyorum.

* * *

Efendimiz (s.a.v), Mekke’yi fethetmek için değil, sadece Umre yapmak üzere, Beytullahı ziyaret etmek gayesiyle, büyük bir kervanla Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkar..

Mekke’nin yakınında Hudeybiye Vadisi’nde konaklama yaparlar.

Orada Mekke müşrikleri, “Mekke’yi elimizden alırlar” korkusuyla, İslam’ın o büyük kervanını Mekke’ye sokmak istemezler.

Gerek İslam ordusu tarafında olsun ve gerek Mekke müşrikleri tarafında olsun, üç gün boyunca gidip gelen elçiler ve özellikle müşriklerin Hz. Osman’ı birkaç gün Mekke’de gözaltına almaları Resulullah Efendimiz (s.a.v)’e ve sahabelere büyük bir endişe yarattır.

Nihayet Hz. Osman, sağ salim döner ve tüm olup bitenleri Efendimiz (s.a.v)’e anlatır.

Müşrikler tarafından gönderilen elçi, Resulullah Efendimiz (s.a.v) ile oturup barış sözleşmesini yazarken Hz. Ali’ye emrederler.

“Ya Ali yaz.

Bismillahirrahmanirrahim de ve sözleşmeye başla”

Müşriklerin barış elçisi bunu kabul etmiyor.

“Ya Muhammed diyor, Rahman ve Rahim diye bu iki kavramın ne olduğunu bilmiyorum ve kabul etmiyorum, onları sil.

Ancak de ki Allah’ın adıyla başlıyorum”

Efendimiz (s.a.v), Besmele’nin içindeki Rahman ve Rahim kelimelerinin üzerine çizgi atar.

Hz. Ali’ye derki;

“Ya Ali, bu sözleşme Muhammed Resulullah ile Mekkeli filanca adam arasındaki bir sözleşmedir”

Elçi tekrar diretiyor, “Ben senin Allah’ın resulü olduğuna inansaydım, seninle savaşmazdım zaten.

Ben buna inanmıyorum, bunu da sileceksin” diyor.

Resulullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali’ye yine der ki;

“Resulullah kelimesini de sil”

Hz. Ali “Hayır, kesinlikle ben bunu silmem, sen zaten Allah’ın resulüsün” der..

Ağır yemin eder.

Resulullah Efendimiz barış süreci bozulmasın diye, kendi eliyle o Resulullah kelimesini siler ve yeniden bir sözleşme tanzim etmeye başlar.

O an için bu sözleşme Müslümanlar için bir hezimet olarak algılanır..

Başta Hz. Ömer olmak üzere bunu kabullenmeyi içlerine sindiremezler.

Amma Resul-i Ekrem (s.a.v), hep onları teselli etmeye çalışıyordu ve gelecek senedeki fethin kesinlikle vuku bulacağını ve bila tereddüt, süreç bizim sürecimiz olacak, diye Mekke’ye biz gireceğiz müşrikler Mekke’yi terk edip dışarıya çıkacaklar.

Nöbetleşe bu barışı sağlarlar.

Ve gerçekten Medine’ye doğru geri çevrilen İslam ordusu çok kısa bir süre sonra Fetih suresinin 1. ayeti inzal edilir ve bir sene sonra fethin gerçekleşeceğini Allah haber verir.

* * *

Demek anlaşılan budur ki toplumları selamete ve mutluluğa kavuşturan savaş değil, barıştır.

Ama her ne pahasına olursa olsun, cihadın çeşitlerini Müslümanların elden bırakmaması gerekir.

Ve içimizdeki fitne saçan sinsi unsurlarla da mücadeleyi hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir.

Aksi takdirde tıpkı bugünkü İslam dünyasının içine düştüğü badireler mukadderdir.

Kurtulmak çok zordur.

Barış demek; zalim, müstebit, haçlı anlayışlara teslimiyet demek değildir.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar.