HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ DEĞİL, ÜSTÜNLERİN HUKUKU!!! (II)

Evet, sevgili okurlar.

               

Her alanda olduğu gibi hukuk alanında da Türkiye, kendini ele veriyor.

Hem de "bariz" bir şekilde.

Doksan yıldan beri neslini İslamiyet’ten uzaklaştıran, ailelerin güçlülüğünü, birlikteliğini darmadağın eden.

Ekonomide yapılan alış-verişin bilmem kaçta kaçı hile ve sahtecilikle donatan.

Kısacası, harama hile katmak kaydıyla zirvelere tırmanan (!) ticaretteki hileli kar anlayışı.

Hepsi yekvücut vaziyette Türkiye’nin gerçek yüzünü bize okutuyor.

Siz ne kadar demokrasi derseniz, deyin.

Siz ne kadar hukukun üstünlüğü derseniz deyin.

İnsan Haklarından.

Eşitlik ve özgürlükten bahsederseniz, edin.

Önemli olan, "onu uygulamak" ve somut bir şekilde, hayata geçirmektir.

Ki bunu da, "ehil ve samimi" kişilere yaptırmak gerekir.

Cumhuriyetten buyana, ulvi değerlerin kaçta kaçı, dürüstçe yerine getirilip, uygulanıyor.

Maalesef, bozuk!

***

Sistem.

Ve o sistemin yetiştirdiği "nesil", ülkenin salih-i selametiyle örtüşmüyor.

Bundan dolayı da.

Siz neden bahsederseniz edin.

Hangi "çağdaş yapıdan söz ederseniz edin", olumsuzlukları bitiremezsiniz.

Çünkü öylesine bir hale gelinmiş ki;

Verilen ve alınan her nefes "kirli gazların" saldırısına maruz kalıyor.

İnsanları hükmen boğuyor.

Tıpkı kış aylarında yakılan kömür ve odundan çıkan "karbonmonoksit" gazı gibi; "uykuda" olan ahaliyi cansız bırakıyor.

* * *

Sevgili okurlar.

Anlayacağınız;

Ülkemizde adaletsizliğin, hukuksuzluğun, vicdansızlığın, Allah’tan korkmamanın hali toplumun her kesimine sirayet ettiği gibi; "erozyona da" uğratmıştır.

Manevi kirli gazlar toplumu hükmen cansız bırakmış durumda.

Her ne kadar demokrasi, adaletin hukuku diyoruz ya, hiç de öyle görünmüyor.

Mutlak bir istibdat içerisinde bocalayıp, durmaktayız.

Kurtuluşu ararken, biraz daha çırpındıkça boğuluyoruz.

Peki, bunun kurtuluş çaresi ne?

İşte o reçeteyi bir türlü gerçekleştiremiyoruz.

Arayıp, bulamıyoruz veyahut da bulmak istemiyoruz.

Otoriteler hukuk, adalet, demokrasi derken yanlış uygulamalarıyla maalesef istibdat tahakkümüne doğru sürükleniyor.

Keyfi muameleler, kuvvete dayanan cebri ve zoraki dayatmalar, meclisleri dahi aşmıştır.

Böylesine kötü uygulamalar, devleti etkilediği gibi topluma da zarar veriyor.

Yaşatılanlar tamamen zulmün temel taşıdır ve insanlığın mahisidir (yok edicisidir).

Sefalet ve alçalış derelerinden daha da “esfeli safilin”e insanları tekerlendiriyor, yuvarlayıp ahlaksızlık cehennemine doğru sürüklüyor.

Böyle olunca İslam dünyası kendi mecra ve yörüngesinde yürüyemiyor.

***

İslam ülkeleri arasında kirli ırkçılık hastalığını ve husumetini hep ön planda tutuyor.

Böylece İslamiyet’i zihinlerde ve kalplerde zayıflatıyor.

Var olanı da zamanla zehirleyip yok etme noktasına doğru götürüyor.

Toplumun her kesimine atılan böylesine zehirli tohumlar var oldukça, Müslümanlar arasında ihtilaf, ceberudu yapı ve kirlenme kaçınılmaz olur.

Öylesine bir hale gelinmiş ki müstebit (zorba) gücüne güvenen kişi ve oluşumlar bir kurt misali saldırıyor.

Kurt nasıl ki fırsat buldukça biçare güçsüz koyunu parçalayıp yiyorsa.

Ne hazindir ki bugün, "güçlü ve kendini üstün" görenler bu haliyeti yaşatıyorlar.

Yani toplumsal görüntü daima güçlünün güçsüzü ezmek formülünü ön planda tutuyor ki hayvanlaşmış.

Ormandaki yırtıcı hayvanların yaşattıkları prensip ve ilkelerinin temel esası da budur.

Ne çare ki insanlar da buna özendirilmekte.

* * *

Gerçek manada mevcut sistemin, zulme, istibdada, zorbalığa dayanan bir tahakküm ve aynı paralelde olan uygulama, insanları İslam’dan ve İslam’ın ana çizgisi olan gerçek eğitimden, ilim ve irfandan uzaklaştırmaktadır.

Okudukça medeni olması gerekirken tam tersine haydutlaşmaya yöneltiyor.

Öyle ki yaptığı işlerine illa ki hile katıyor.

Oysaki Üstat Bediüzzaman, toplumun selameti için, adaletin hukukun tecellisi için, toplumsal birlik ve beraberliğin pekiştirilmesi için, şöyle bir tavsiyede bulunuyor:

“Vicdanın ziyası ulum-i diniyedir. (Vicdanın aydınlatılması İslami ilimlerle gerçekleşebilir)

Aklın nuru fünun-u medeniyedir. (Aklın ve idrakin aydınlatılması ise çağdaş medeni teknolojik bilimlerdir.)

Her ikisinin imtizacıyla (bir araya getirilip, yoğrulmasıyla) hakikat tecelli eder.

Gerçek insan kimliği haydutlaşmadan ayırır, insanlaştırır.

İki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.

Bu her iki ilmin, yani dini ilimlerin ve medeni teknolojinin bir araya getirip birbiriyle pekiştirildiğinde, öğrencinin himmetini, iradesini pervaz eder (donatır).

İftirak ettikleri vakit de (Biri diğerinden ayrıldığında), birincisinde kör taassup, yalnız ulum-i diniye ile yetinen talebenin ruhuna ilim yerine kör taassup yerleşir.

İkincisinde ise hile, yani dinsiz bir teknoloji ise hile ve şüpheleri doğurur”

* * *

Evet, değerli dostlar.

Buyurun hali âlem meydanda.

“Görünen köy kılavuz istemez” misali.

Merhum Üstat Bediüzzaman’ın bu aydınlatıcı toplumsal ruhaniyetin ışığında yürürsek, neleri görmeyeceğiz ki?

Evet, dünkü Yeni Şafak Gazetesinin sürmanşetinde şöyle bir haber okuduk:

“İLAÇ ÇETESİNİ HEMŞİRE BİTİRDİ” başlıklı haber “İyi düşünen iyi görür, iyi gören iyi işler yapar” manasını taşıyan bilimsel gerçek, toplumun ne vaziyette, ne halde olduğunu bize göstermeye yetiyor.

***

Sevgili okurlar.

Gerçekten oluşan ve gelişen hastalıklar, hem de maddi ve manevi hastalıklar başını almış gidiyor.

“Sahte kanser ilacı da nereden çıktı?” demekten kendimizi alamıyoruz.

“Sahte kanser ilacı üreterek piyasaya süren 60 kişilik Türk ve Suriyeli çeteyi Şişli Etfal Hastanesinde görevli bir hemşirenin dikkati yakalattı.

Kimliği gizli tutulan bu değerli hemşire, kanser hastasına verdiği ilacın düşük yoğunluğundan şüphelendi, uzmanlar ilacın seri numarasının sistemle eşleştirildiğini ama son kullanma tarihinin eşleşmediğini gördü.

İlaç laboratuara gönderildi, şişeden etiket fiyatı 2427,00 TL olan Altuzan değil, sağlığa zararlı maddeler içeren bir sıvı çıktı.

Polis, çetenin ilaç sattığı 95 kanser hastası ile hemen irtibata geçerek, uyardı”

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Haberin hepsini buraya taşıyamıyoruz.

Ama gerçekten tüyler ürpertici.

Bunu yapan okumuş insanlar.

Tıpkı Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gibi eğer ulum-i diniye ile fünun-u medeniye yani dini esaslara dayalı ilimlerle vicdan donatılmazsa, Allah korkusu olmazsa, yalnız başına kalan çağdaş olarak bildiğimiz dinsiz bir teknoloji, insanlara nasıl çıkar uğruna zarar verir.

Ve insan hayatı bile hiçe sayılır ve Allah korkusu para için geri plana atılır.

Adeta insanı haydutlaştırır.

İşte toplumumuzdaki hal gerçekten bizi çok düşündürüyor.

Öbür yandan diğer bir gazetenin manşetine baktığımızda koskocaman gözlüklü tombul (!) bir Hâkimin fotoğrafı ve karşısında ayakta duran başörtülü iki Avukat hanımın mahcubiyetini görüyoruz.

Sürmanşet şöyle başlıyor;

“BU HÂKİMİN DERDİ NE?”

“Ankara 11. Aile Mahkemesi Hâkimi Mustafa Karadağ, Danıştay’ın başörtüsüyle duruşmalara girilmesinin hak olduğunu belirten kararına rağmen, başörtülü Avukatların duruşmalara katılmasını engelliyor.

Evet, sevgili okurlar.

Haber şöyle devam ediyor, haberin oluşumunu birkaç satırla size şöyle anlatalım;

“Hâkim Mustafa Karadağ, dün duruşmaya başörtülü katılan Avukat Tuba Arslan’ın davasını erteledi ve zabitlere Avukatın duruşmalara başörtülü katılamayacağını yazdırdı.

Hâkim bununla da yetinmedi, davacıya kendisine başka bir Avukat bulması için tavsiyede bulundu ve süre verdi.

Aynı bu hâkim, daha önce de Selamet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak’ın Avukat eşi Zübeyde Kamalak’ın da davasını başörtülü olduğu için ertelemişti.

Bazı hukukçular hâkim Mustafa Karadağ’ın bu davranışını ‘Kendini meşhur etmek için yapıyor’ diye yorumlarken bazısı da ‘ideolojisinin gereğini yerine getiriyor’ şeklinde konuştu.

İşte hukuk dünyası.

Yazımızın başında belirttiğimiz gibi müstebit, zalim bir zemine oturtulan "hukuk" keyfiyet arz eder.

Uygulamaları da, toplumu içten kemirir ve yok etmeye kadar götürebilir.

Hal-i vaziyet gibi!

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Gerçekten hukuksuzluk, başını almış gidiyor.

Hem de yargı mekanizmasının eliyle.

Tutarsızlık, hukuka dayanmayan, birbiriyle çelişen kararların varlığı keyfiliğe ve ceberut ideolojilere dayalı anlayışlar, Türkiye’yi ne yazık ki yozlaştırmaya sürüklüyor.

Peki, sormazlar mı?

Böylesine keyfiliğe dayalı bir hâkimin uygulaması nereye kadar gidiyor?

Hani bu ülkede yasal olarak Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu vardı?

Hani Adalet Bakanlığı vardı?

Hani Türkiye yasalara saygılı bir hukuk devleti olduğunu söylüyordu?

Hani Danıştay’ın başörtüyle ilgili çoğunlukla değil, ittifakla almış olduğu karar vardı?

Ama hala da başörtülü bayanlar Türkiye’de üvey evlat muamelesi görüyor.

Bu karar Yargıtay Yüksek Mahkemesinde dahi onaylandığı halde, aynı hâkim, rahatlıkla ve Kemal-i memnuniyetle diretiyor, hem Yargıtay’ı, hem Danıştay’ı hem de Meclisi hiçe sayarak, "zülüm" icra ediyor.

İktidar partisi ise ne yaptığının farkında değil?

Kalkıp, 12 Eylül 2012’de anayasa değişikliğiyle ilgili referanduma gidiyor ve değiştirdiği maddeler içerisinde yargıyla ilgili uzun tutuklamanın ortadan kaldırılması için toplumdan onay alıyor.

Ve nihayet, devletin ve milletin temeline manevi kezzap suyu döken ve adeta her uygulamasıyla dinamitleyen kişiler hakkında verilen tutuklama.

Hatta Mustafa Balbay gibi 34 yıl 8 ay ceza alan insanları bile meşru zemine (!) oturtturmak üzere milletvekili zırhına dönüştürüp ve serbest bırakmakla beraber, artık bunun bu kararı emsal olarak gösterip, Hanefi Avcılar'a, Yalçın Küçükler'e bile tahliye kararı çıkartıyor.

İşte gerçekten sevgili okurlar.

İnsanları düşündüren bu tablo ve bu dönen dolap ne kadar tersine dönüyor ve tablo ne kadar tozlu-dumanlı bir tablo olduğunu gösteriyor.

Onun için her zaman bu köşede belirttiğimiz gibi bu ülke insanı bu siyasete güvenmemeli.

İster iktidar olsun, ister muhalefet olsun, ister muhafazakâr olsun, ister diğer yoz çıplak anlayış olsun, bu siyasete güvenilmez.

Tıpkı dönen felek gibi zaman zaman ters dönmeye başlar.

Şairin dediği gibi;

“Feleğe aldanma felek eski felektir

Zira feleğin meşrebi nasazı (uygunsuz çalışan) dönektir”

İtibar edilmez.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar.