İNSAN VE İSLAMİYET! (II)

Evet, sevgili okurlar.

Önceki günkü yazımızda “MUASIR MEDENİYET VE DEMOKRASİ” ifadesiyle sohbetimize devam etmiştik.

Dünkü sohbetimiz de “İNSAN VE İSLAMİYET” üzerineydi.

Daha önceden de bu köşede sık sık anlatmaya çalıştığım hakikat şudur.

"İnsanlık mefhumu" yüce bir kavramdır.

İnsan, insan olduğu zaman Ahsen-i takvim mertebesine yüceleceği, tarihi bilimsel deneyimlerle tespit edilmiştir.

İnsanlığın en üstün kavramı, İslamiyetle tanıştığı zaman, hak ettiği yere gelebilir.

Aksi takdirde bir cevizin içindeki çürümüş çekirdek gibi boş bir kabuktan ibaret olur.

Zaten çürüktür ve çürümeye de mahkûm olmuştur.

Muasır (çağdaş) cahiliye döneminden geçen insanlık, gerçekten revaçta olup da dünya pazarında satışa çıkmış ve benimsenmiş ise de heyhat, boşunadır.

Zira etiketi var, ama içeriği boş!

Allah’ı tanımadığı için, yüce İslam dininin ana ilkelerine inanmadığı için, bununla yetinmeyerek insanlığı Allah yolundan çevirip, derin küfür sapıklığına saptırmaya çalışmaktadır.

Böylece küfür etiketini, berrak ve temiz insanlık kavramına yapıştırmaktadır.

Bu itibarla hiçbir zaman bu etiketle piyasaya kendini gösteren insanlık dünyası, kendi alnına muasır medeniyet yerine, muasır cahiliyet etiketini yapıştırmış durumdadır.

İtibarsızlaşmış bir etiketle karşı karşıya kalan bugünkü Birleşmiş Milletlerin iki haftadan beri Cenevre’de toplanması ve Suriye’deki bunca masum ve mağdur insanların kanının dökülmemesi için bir türlü rahatlatıcı bir karar alamaması, demek ki kendi etiketini her gün biraz daha bayraklaştırarak, çağımızdaki insanlara net olarak okutmaktadır.

İşte, bu durumda görüntü veren insanlık ve “Dünyanın baş temsilcisi olan Birleşmiş Milletler Topluluğu nereden yürüyor?” diye sormamak elde değildir.

Gerçekten günümüzdeki insanlık, İslam’la tanışmış olsaydı kesinlikle bunca yeryüzündeki insanların mağduriyeti söz konusu olmayacaktı?

Demek ki medeni bir dünya olarak nitelendirmek, yerinde olmadığı gibi gerçek manada insanlığın yüce mefhumu olan Ahsen-i Takvim vasfına hakarettir ve ihanettir.

* * *

Evet, nitekim çağımızın büyük allâmesi olan Bediüzzaman Hazretleri, “Sikke-i Tasdik-i Ğaybi” adlı eserinde yüce Kur’an-ı Kerim’in “İbrahim” suresinin 3. ayetini bugünkü insanlığın ve medeni dünyanın düştüğü badireleri tarihi tarihine, günü gününe net bir biçimde bize tanıtmaktadır.

Evet, yüce ayet mealen şöyle diyor;

“Dünya hayatını ahirete tercih edenler, (insanları) Allah yolundan çevirip onu eğri ve çelişkili göstermek isteyenler var ya, işte onlar derin bir sapıklık içindedirler”

Bu ayet Bediüzzaman Hazretlerinin yorumuyla cümlesi cümlesine şöyledir;

“Bu ayet üç cümlesiyle bazı manevi münasebetler ve muvafakat-ı mefhumiye (anlam cihetinde) Risale-i Nur külliyatının mesleğine işaret etmekle beraber çağımızdaki mülhidlerin, inkârcıların yollarını da ima etmektedir”

Ayetin birinci cümlesi şöyle anlatmaktadır;

“O bedbahtlar sapık kimseler, bazı ehl-i imanın imanları beraber olduğu halde ve bir kısım ehl-i ilmin ahireti tam bildiği halde o bedbahtlara yalakalık yaparak, iltihak delaletiyle bilerek ve severek, hayat-ı dünyeviyeyi dine ve ahirete tercih etmeleri, dünyayı daha tatlı göstermeleri, çok kıymetli şeylere ebedi dünyaya tercih etmeleri gibi sefahat, alçalış ve ahmaklık sevdasıyla dini hissiyata inat yoluyla tercih edip, dinsizlik ile iftihar ederler.

Bu cümlenin çağımızda bir hususiyeti (özelliği) vardır:

Çünkü hiçbir asır, böyle bir tarzı göstermemiş, sair asırlarda o ehl-i dalalet ahireti bilmiyor ve inkâr ediyor.

Kıymetli bir cevher olduğunu bilmiyor ve bu nedenle dünyayı ona tercih ediyor.

İkinci cümle olan Allah’ın yolundan insanları saptırıp, Allah yolunu eğri, zor bir yol olduğunu göstermeleri, o bedbahtların dalaleti, sapıklığı, dünya hayatının sevgisiyle yola çıkmaları, insanları kandırarak, aldatıcı bir biçimde iman membalarını kaynaktan kurutmak üzere Kur’andan insanları saptırma palavralarıyla gençliğin ve tüm insanların zihnini bulandırmak için çalışan sapıkları tanımlıyor bu ayet.

Aynı ayetin üçüncü cümlesi olan ‘Bunlar derin bir sapıklık içerisindedir’ der ki:

Onların dalaleti küfrün sapıklığı, her ne kadar fenden, felsefeden, teknolojiden geliyor ise de farkında oluyorlar veyahut olmuyorlar, acip bir guruh, garip bir firavunluk, dehşetli bir Enaniyet onlara verip, nefislerini öyle şımartmış ki kâinatı idare eden Allahû Tealanın şualarını (aydınlatıcılığını) ve insan âleminde o hakikatlerin ana ilkelerini, beyinlerden silip, kalplerden koparıp, kurutmaya çalışan bedbaht insanlardır.

* * *

İşte sevgili okurlar.

Bu ayeti kerime üç cümlesiyle bu asırda mana olarak bizi şöyle aydınlatıyor;

Yani acip sapık bir güruh insanlara tam bir tevafuk-u maneviye ile işar-i manasıyla birçok fertleri kapsıyor ve çağımızdaki birçok milleti de buranın kapsamına alıyor.

Bunun canlı şahidi de şöyledir;

Birinci cümledeki “yestehibbune”deki kelimenin makamı, yeri hicri takvimine göre, ayetlerdeki harflerin tarihsel sayısı, 1327..

Eğer ayetteki şeddeli “Lâm” “Vav” “Be” her birisi ikişer değer alırlarsa Arapça tarihine göre bu kez 1327 değil, 1359 eder.

O tuğyanın, o tağuti biçimlendirmenin mensupları ve grupları çok tehlikeli bir zamanda göstererek, tam tevafukla, ayet onlara bakar..

Hulasa ayet, içinde bulunan harflerin ve şeddelerin değerlendirilmesiyle veyahut sayılmamasıyla hicri takvimi olarak 1209 eder.

Şeriat-i İslamiyeye suikast olarak ecnebi kanunlarını (yabancı kanunları) adalet kanunlarına sokmak, haksız yerde bu kanunlara dayanaklı olarak verilen kararlar ve alınan teşebbüsler, anılan ilk tarihine tam tevafukla bakar ve onunla kendine çekidüzen verir.

Bu ayetteki üç cümledeki geçen ima ve işaretler, insanlığı hayrete düşürmekle beraber bu çıplak vicdanlı insanları gerçek yolu olan Kur’andan saptıran kimseler, hiçbir zaman Allah’ın bu ayetinin dehşetinden kendilerini kurtaramazlar.

Cifir ve ebcet hesabıyla bu ayetteki harfler, ne yazık ki cumhuriyet döneminde geçen yüzyıl içindeki olup biten süreci de anlatıyor.

Hiç uzağa gitmeye gerek yok.

İşte Allah yolunu eğri gösterenler, tıkanıklı gösterenler, yamuk olarak gösterenlerin vay haline ki Kur’an harfleriyle oynama gibi edepsizliklerle karşı karşıya kalınıyor.

Meşhur Osmanlı şairlerinden merhum Fuzuli Kur’anı anlatırken, "Kur’anın insanlıkla barışık olduğu halde insanları hak ettiği yüceliklere tırmandırır" diyor.

Ama yan çizenleri de tam tersine en derin tokatlara da müstehak eder.

Zira şair Fuzuli şöyle Arapça bir dörtlükle Kur’anı tanımayanlara veyahut Kur’anı mecrasından çıkarıp, ona inanları gerçekten saptıranlara böyle beddua ediyor ve diyor ki;

“Tebbet yeda kâtibin

Levle huma haribet”

İlim ve sanat harikasıyla yazılmış bir eseri yanlış yazmasıyla değerini bozan kimselerin her iki eli kurusun.

Yani ilahi vahye dayanan yüce İslam dinine tahrifkarane toplumu saptırarak, yanlış yollara sürükleyenlerin akıbeti cehennemin en derin derekeleridir.

Eğer onlar olmamış olsaydı insanlık böyle bugünkü gibi hedeflere sapmazdı ve Kur’andan sırtlarını çevirmezlerdi.

Cuma’nız mübarek olsun, rızk ve bereketiniz bol olsun.

En derin saygı ve sevgilerimle.