İSTİBDAD (OTORİTENİN ZULMÜ) İTTİHADA (BİRLİK VE BERABERLİĞE) MANİDİR!

Evet, sevgili okurlar.

06–08 Nisan 2012 günleri arasında Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Risale Akademi tarafından “Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi” başlıklı bir sempozyum düzenlendi.

Türkiye’nin her tarafından akın eden insanlar bu sempozyuma üç gün boyunca iştirak ettiler.

Özellikle Akademisyen kesim çoğunluktaydı.

Bediüzzaman Saidi Nursî Hazretlerinin 1908’li yıllarda “Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi” olarak yazdığı “Münazarat” isimli eseri o güne yönelik hayli anlamdır.

Zira Beddiüzzman gibi "Büyük ilim dehasına sahip" bir İslam düşünürüne ancak bu düşer.

Ama O büyük üstadın o günkü ileri sürmüş olduğu tarihi manalar aynı tazeliğini günümüzde de daha fazlasıyla yansıtmaktadır.

***

O günlerde Üstat Bediüzzaman’ın Şarki Anadolu vilayetleri denilen Van, Hakkâri ve Bitlis yörelerinden çıkıp İstanbul’a gitmesi.

Ve o gün devlet diliyle "Kürdistan" olarak adlandırılan Şarki Anadolu Vilayetleri için Sultan Abdülhamit’le görüşmesi...

Acilen Medresetül Zehra Medresesinin, üç-dört ilde kurulmasıyla ilgili teklifte bulunması.

Osmanlının son döneminde, İttihatçıların hain planlarıyla düştüğü badireler nedeniyle Ustad Beddiüzaman II. Meşrutiyetin kurulması gerektiğini söylemesi...

Ve meşrutiyetten yana tavır koyması, tüm ilmi değerlerle meşrutiyetin o günün olmazsa olmazını bilimsel çabalarıyla her alanda fikir beyan etmesi çok dikkat çekicidir.

İstanbul’dan tekrar Vilayatı Şarkiyesi namı diğeri o güne münhasır Kürdistan olarak kullanılan illere geri dönmesi o yöredeki büyük Kürt aşiretlerine devlet bünyesinde meşrutiyetin kurulacağını bir müjde olarak haber vermiştir.

Ve yüze yakın soru ve cevaplarla onları müjdeledi.

Meşrutiyet demek; şuraya dayalı yeni bir rejim demektir. Milletin yer aldığı Meclis demektir şura.

Yani "Meclis Danışmasına" dayalı yönetim şekli.

İslam hukukuna paralel millet adına şurayı devlet olarak, yönetimin biçimlendirilmesi demektir.

***

 “Münazarat” eserinde Üstat istibdadı (zulmü) tek ağızdan kanun olarak gerçekleştirilmek istenen oluşumu kökten kaldırıp şurayı millet denilen büyük milli danışmalar içerisinde meclise dayalı, İnsan Temel Hak ve Özgürlüklerine bağlı bir devlet şeklinin gerçekleşmesiyle ilgili Kürt aşiretlerine müjde olarak haber vermiş ve onlarla paylaşmıştı.

 Olmazsa olmaz durumda olan meşrutiyet deyim yerindeyse bugünkü demokrasi manasını veren devletin bir rejim biçimidir. Hem Arapça hem Türkçe yazılan bu eser o güne münhasır olarak Osmanlının bünyesinde yaşanan zulüm hastalıklarını tespit ettiği gibi günümüzde de olup bitenleri adeta haber vermiştir.

 Ama Artuklu Üniversitesi’nde üç günlük yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda her ne kadar birçok konuşmacı güzel tespitlerini dile getirseler de, üzülerek belirteyim ki bazı konuşmacılar doğrusu akademisyenlik unvanına hiç de yakışmayan yanlış tespitlerini ileri sürmeye çalıştılar.

***

 Kelime telaffuzundan tut, konunun gerçek mana değeri paralelinde değil, keyfilik içerisinde kendilerinin kavmiyetçilik zihniyeti paralelinde konuyu mecrasından saptırmaya çalışıyorlardı. Bu kamuoyunun dikkatinden kaçmadı.

 Üstadın “Münazarat” eserindeki soru ve cevaplar içerisinde tek bir kelime herhangi bir Türk veya Kürt ırkçı kavmiyetçiliğine yönelik hiç alakası yokken bazı fetvacılar bir yerlere olayı çekmek istemekteydiler, ama konuşmaları esnasında bunu da hiç belirtmeden geçmeyeyim, kendilerini ele veriyorlardı.

Üzüntü verici olay şöyle gerçekleşti.

Yüzyıllık bir geçmişe yönelik Türkiye çağdaş evrensel medeniyet seviyesine bilimsel olarak yükselmesi gerekirken maalesef kültürel ve bilimsel olarak her alanda çok gerilemiş durumda olduğu gibi, Akademisyenlik camiasında da, maalesef büyük bir dejenerasyon söz konusudur.

Bin yıllık tarihini, kültürünü, kelime kavramlarını maalesef hep yanlış yamalak bir tedrisat şekliyle yola çıkmışlar. Birçok kelime mana değerlerinden saptırılıp adeta kavram kargaşasına sokulmuş durumda. Mesela Osmanlının son döneminde İttihat ve Terakki partisine mensup olan devletin başındaki önemli şahsiyetlerin yanlış politikaları yüzünden devlet sarsılmaktaydı. İttihat Terakki partisinin yaptığı yanlışlıklar bariz şekilde görünüyordu.

 

***

Devletin nereye gittiğinin Üstat farkındaydı ve diyordu ki; “Korkuyorum, ehliyetsizlikle beraber teşeyyuh (şeyh olmayıp da kendini şeyh gösteren) veya necabeti dava edenler aşiretler içinde o baştakileri hain olarak tanımayıp kardeş olarak dava ederek miraslarını alsınlar. O zaman milletin başına iki başlı bir belanın varlığı söz konusu. Zira önünü görmeyen akla karayı birbirinden ayıramayan bir millet böylesi badirelerden hiçbir zaman kendini kurtaramaz” diyen Bediüzzaman Kürt aşiret reislerine şöyle sesleniyor;

 “Sizdeki cehaleti avra ve itaati amya, yani kör cehalet ve layık olmayanlara basiretsiz mutlak bir itaat ve onların arkasından yürümek, onları şımartıp bir yerlere getirmek toplumu her zaman uçurumun kenarına getirme tehlikesinden kurtaramaz. Ağalık ve tahakküm adeta tenasüh hükmü verir, yani reenkarnasyon şekline girer. Güya ağalık suretiyle ölse bile adam hizmetkâr olması gerekirken efendilik kalıbıyla ölür veya teşeyyuh cismiyle veya herhangi asilzadelik şekliyle yeniden canlanarak hayata geçebilir o mezalim anlayış. İşte benim maksadım o tür ağalık ve dayatmacı derebeylik ve sahte şeyhçilikten milleti kurtarıp yeniden İslam’ın abı hayatıyla milleti canlandırmaya çalışıyorum”

***

 Üstattan soruyorlar: “Sen hep İttihadı İslam’dan bahsediyorsun, İttihadı İslam nedir bize tarif et?” Cevaben diyor ki: “Şimdi ileride (gelecekte) İttihadı İslam’ın kasrı muallâ denilen yüksek bir yapının ne kadar değerli olduğunu size göstereceğim. İşte Kâbe-i Saadetimiz mutluluğumuzun Kâbe’si durumunda olan İttihadı İslam, İslam’ın Kâbe’deki Hacer’ül-Esved durumundadır. Keza Medine’de bulunan Resulullah’ın (s.a.v) Ravza-ı Mutahhara gibidir.  Ceziret’ül Arabın tarihi bedevilik ve cahiliyet adetlerinden kurtaran Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere gibidir. İnsan gerçek temel hak ve hürriyeti şer’iyyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye eğer İslamiyet milliyetini ve İttihadı İslam’ın taşını ve nahşini ve gücünü istiyor ise, işte hayâ ve hamiyetten neşet eden civanmert ahlaklı gençliği yetiştirmesine baksın” Evet, istibdad birliğimize manidir, zulüm kanunları hiçbir zaman bir topluma mutluluk sağlayamaz ve daima geleceği tehlikeye sokmuştur.

 O Kürt aşiret reisleri yine Üstattan soruyorlar: “Ey Üstat! Bir toplumun içinde toplumun inancına, dinine karşı inkârcı bir edayla yola çıkanlar varsa, milletin tarihiyle, kültürüyle alay ediyorlarsa, toplumun kıblesine ve Kuran’ına sırt çevirenler varsa ki bunlara münkir denilir (inkârcı).  Böylesi şartlar içerisinde İttihat ve İttifakımız nasıl sağlanabilinir?” Zira toplumun içinde bulunan bu tür insanlara muhabbet, ünsiyet, onlarla beraber olmak haramdır. Zira İslamiyetle ilgili inkârcılık meselesi çok önemlidir” Üstat bir büyük İslam âlimi olarak o aşiretlere acıdığı için ve onların içinden gelip, bir İslam büyüğü olarak onlara karşı kızarak şöyle sesleniyor; “Ey eblehler! (biçareler, önünü görmeyenler) Siz hiç işitmediniz mi ki veya hiç mi anlamadınız, Kur-an’daki “Müminler Kardeştirler” ayet-i kerime ilahi bir kanundur ve toplumun vazgeçilmez bir namusudur veyahut gözleriniz görmüyor mu, kalpleriniz kapanmış mı, kulaklarınız sağır mı olmuş?

***

 İşte İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyuruyor; “Kişi kendi nefsi için sevdiği her şey ve kazanmak istediği her menfaati Müslüman kardeşi için de aynı paralelde istemezse mümin sayılmaz”  Şu halde bizi birbirine bağlayan ana unsur; kişisel menfaat ve çıkarını başkasının zararında görenlerle yola çıkılmaz ve bel bağlanmaz, güvenilmez ve onlar elbette ki milletin birlik ve beraberliğini hiçbir zaman sağlayamaz” O büyük Üstat diğer bir soruya karşı da şöyle buyuruyor; “Kürt dili caizdir, Türk dili lazımdır, Arap dili vaciptir” Şu ifadesinden anlaşılan odur ki,

Kürt dili Kürtler arasında konuşulmalıdır ve herhangi bir engel konulmamalıdır.

Türkçe ise devlet dili olma hasebiyle o dille konuşabilme şansı herkese sağlanmalıdır.  Arap dili ise Peygamber ve Kur’an-ı Kerim dili olduğu için ümmetin her ferdi Kur’an okuma cihetinde bu dili öğrenmek vaciptir ve kaçınılmaz bir gerçektir.

 Üstadın bu sözünü nev zuhur olarak ortaya çıkan bazı Kürt akademisyenler (!) bu gerçeği saptırarak şöyle diyorlar; “Vacip olan herhangi bir şeyi terk etmek günaha girer, şu halde Arapçayı bilmeyen herkes günahkâr mıdır?” diye ileri sürülen bu tür yanlış teze karşı biz de diyoruz ki; Evet, Üstadın maksadı yalnız Arap dilinin öğrenilmesi için değil?

Arap dilinin Kur’an dili olması hasebiyle herkes Kur’an dilini öğrenmelidir, Kur’an dilini öğrenmeyen Kur’an’ı öğrenmeyen ve dilini anlamayan elbette ki günaha girer. “Arap dili vaciptir” demekte Üstadın maksadı Kur’an öğrenimiyle ilgilidir. İyi günler, iyi haftalar. En derin saygılarımla.

 Not: Cuma günkü yazıma başlık olarak “ABUSEN KANTARİRA” yazılmış ise de baskı hatası nedeniyle gerçek olan yazılışı “ABUSEN KAMTARİRA”dır. Yani “N” ile değil “M” ile yazılması gerekirdi,  bunu düzeltir baskı hatasından dolayı özür dileriz.