LAİKÇİ BİR ANAYASAYA GÖRE ÜLKE NEREYE GİDER?

Dünkü yazımızın son bölümünde şu ifadeyi kullanmıştım.
"Anayasanın değişimi ile ilgili yarınki yazımızda daha kapsamlı, daha geniş, daha mesnetli ve dayanaklı konulara değinerek detayıyla sizinle paylaşacağız"
Özellikle;
"Laiklik, Demokrasi, Cumhuriyet" ve "Devletin biçimlendirilmesi", "Değiştirilmeyen ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddeleri" bilimsel ve hukuksal tarihi gerçeklere dayandırarak sizinle inceden inceye irdeleyeceğiz"

* * *

Evet, sevgili okurlar.
12 Eylül'de icra edilen laikçi ve darbeci bir anayasanın varlığı 30 yıldan beri devam ediyor.
Bu 30 yıl içerisinde olup bitenler Türkiye’yi hep endişeli, badireli olaylarla karşılaştırmıştır.
Ve karşılaştıran da mevcut anayasanın varlığı ve hükümleridir.
Aslında;
Mevcut Anayasayı 1924 anayasası ile başlatılan devrimler, ilke ve inkılâplar anlayışının devamı olarak görüyoruz.
Her ne kadar;
27 Mayıs ihtilalinin getirdiği 1962 anayasasıyla değişime uğramış ise de, hiçbir kıymeti har-biyesi teşkil etmemiştir.
Ülkeye yeni bir demokrasiyi, insan temel hak ve özgürlükleri ve hukukun üstünlüğü gibi kavramları getirmemiştir.
Yani sözün kısası;
1924 anayasası ile 12 Eylül Anayasası arasında geçen 56 yıllık süreç hep devrimler, ilkeler, inkılâplar, Kemalizm, laikçilik gibi içi dolu olmayan sloganlarla bu ülke uyutulmuştur.
Hiçbir tarafı hiçbir gerçeğe dayandırılmamış anayasalar, onun paralelinde kurulan kanunlar ve yönetmeliklerle bu ülke yönetilmeye çalışılmış ise de fakat gerçekler orta yerde.
"Görünen köy kılavuz istemez" misali.
Halka terörden, kargaşadan, kavgadan başka bir şey verilmemiştir.
Ülkeyi bölünme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Bu arada gelip-giden iktidarlar, askeri cuntaların getirdiği bu anayasaların gölgesinde ülkeyi yönetmişler; ama hep şekli olmuştur, gerçek demokrasi, insan temel hak ve özgürlükleri ile alakası söz konusu olmamıştır.
Bu süreç içerisinde yaşaya gelen olaylar ülke bütünlüğünü zedelemiş olduğu halde hiçbir siyasi iktidar buna karşı koyup önleyememiştir.
Hatta sahip bile çıkmamıştır.
Askeri vesayetin, cuntacıların diktasına boyun eğmişlerdir.

* * *

Dokuz yıldan beri iktidarı elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi dahi ilk dört yılında o da hiçbir şey yapamadı.
Bu iktidarın önünü tıkayan kocaman bir engel vardı, o da dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer di.
Hatta AK Parti’nin bu merhalelere gelmemesi için ve Cumhurbaşkanı olarak muhterem Abdullah Gül’ün seçilmemesi için "367 şartını" ihdas ederek meclisin üzerine demoklesin kılıcı gibi salladılar.
Tüm bunlara rağmen bu millet sesini yükseltti.
Halk topyekûn haykırarak "Artık yeter, söz milletindir" dedi. Ve milli iradeyi AK Parti’ye ve dolayısıyla lideri olan muhterem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eline emanetini teslim etti.
Hiç kuşkusuz ki AK Parti’ye halkın göstermiş olduğu bu teveccüh. Yani yüzde 50 oy potansiyeli boşuna değil.
Dünkü yazımda da ifade ettiğim gibi; halk sabırsızlıkla AK Parti’den gerçek demokrasiyi istiyor.
Hukukun üstünlüğünü bekliyor, insan temel hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesini bir an evvel sağlanmasını istiyor.
Hiç zaman kaybetmeden, nefes nefese meclisin yapacağı tek iş, sivil bir anayasanın hayata geçirilmesidir.
Her ne pahasına olursa olsun, muhalefet partileri de AK Parti ile uzlaşarak bir an evvel milli iradenin varlığını artık sembolize edip büyük bir işbirliği içinde adım atmaları gerekir.
Aksi halde kimden kaynaklanırsa kaynaklansın, herhangi bir olumsuzluk tarihi bir sorumluluk söz konusu olur ki bunun vebali çok ağır olur.

* * *

Ve aynı zamanda herhangi bir parti buna taş koyarsa, engellemeye çalışırsa, milletin huzurunda tarihi bir bedel ödemek zorunda kalır.
Anayasanın tümünün değiştirilmesi gerekir.
Başta ilk dört maddesi dâhil olmak üzere zira mevcut anayasa artık devleti yıpratıyor, ülkeyi badirelere sürüklüyor.
Her ne kadar baştaki ilk dört maddesi "Anayasanın birinci maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile ikinci maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve üçüncü maddesi; hükümleri değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilmez" hükümleri belirtiliyor ise de bu da başlı başına bir sorun.
Ve temel hukukun üstünlüğüne, çağdaş demokrasiye yakışmıyor.
Zira bu da devrimci bir vesayetin zorbaca anayasaya koymuş olduğu bir slogandan ibarettir.
Hiç kuşkusuz ki yeryüzünde değişmeyen tek varlık var ise o da Allah-ü tealadır.
Ondan başka hiçbir şey yoktur.
İllaki bu hükümler değişmez, bir ilahi kanun gibi gösterilip sünnetullah, değişmeyen Allah’ın kanunu olarak düşünülse büsbütün yanlış olur.
Dünya artık Türkiye’yi vesayetçi, devrimci, darbeci cuntaların anayasasıyla değil; çağdaş, hukukun üstünlüğüne inanan, insan temel hak ve özgürlüğüne bağlı kalan, hukuk ve adaletin platformunda "başı dik, alnı açık" bir meydanda görmek istiyor.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.
Anayasanın birinci maddesi;
"Türkiye Devleti Bir Cumhuriyettir"
İkinci maddesi;
"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürkçü milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen TEMEL İLKELERE DAYANAN DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİDİR" demesiyle her şeyi bitiriyor.
Yani cumhuriyetin niteliklerini sayarken, bu nitelikler başta gerek demokrasi olsun, gerek laiklik olsun, gerek temel hak ve özgürlükler olsun, hiçbirisi gerçek manada uygulamaya konulmamıştır.
Eğer gerçek manada uygulamaya konulmuş olsaydı, bugün Türkiye bu antidemokratik mezalim karanlıklarla karşı karşıya kalmayacaktı.
Gününü ve günlük yaşam tarzlarını gerçek manada biçimlendiremeyen ülke insanı bugün inim inim inliyor ve ağlıyor.
Neden mi?
Anayasadaki yazılan ve anlatılan kavramlarla uygulamaya konulan oluşumlar, tümüyle birbiriyle çelişiyor ve çatışıyor.
Gerçek manada cumhuriyetin niteliklerinin hiçbirisi değiştirilemiyorsa, en azından her bir kavrama, ifade tarzına bilimsel açıklıklar getirilsin.
Kapalı kutular içinde kalmasın, o zaman tüm ülke insanı birazcık da olsa rahat eder.

* * *

Laiklik nedir, ne değildir?
Bir yandan laiklik, dinsizlik demek değildir deniliyor ise de; ama öbür taraftan TSK’nin birçok mensubunun ordudan atılmasının sebebi mücibeleri; ya parmaklarındaki gümüş yüzükten olmuş veyahut ailesinin başı kapalı olduğundan "irtica" damgası yiyip derhal ordudan ihraç edilmiş.
Peki, bu zulüm uygulamaları laikliğin neresinden geçiyor?
Öbür taraftan siyasi partilerin ve Başbakanların özellikle muhafazakâr siyasi partilerin ve liderlerinin "Allah" kelimesini bile ağzına almaları onları Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına hemen yem yapıyordu.
Ve hemen Cumhuriyet Başsavcılığı partiyi "laikliğe aykırı" davrandığından dolayı "kapatma" için yalan, yamalak, mesnetsiz delilleri toplayıp anayasa mahkemesine dava açıyordu.
Daha neler neler…
Bakınız, iki sene önce referanduma giden Türkiye bu anayasanın 26 maddesini değiştirdi ve bu 26 maddenin değişimi; Türkiye’ye yepyeni bir çehre kazandırttı, nefes aldırttı.
O güne kadar "Allah" kelimesini ağzına alamayan önemli bazı siyasi liderler bakın bugün devletin bir Başbakanı Annesinin taziyesinde, annesinin ruhuna ithafen rahatlıkla kendi sesinden, Kur’an-ı Azim’in "El-İnfitar" suresinin 19 ayetlerini güzel bir ses tonuyla tilavet etmesi (okuması) hem Türkiye’ye hem de tüm dünya hukuk literatürüne bir mesaj olarak nitelendirildi.
Ve rasgele bir hafızın okuyuşu gibi değil, manasına sadık kalarak, ayetlerin manaları cümlelerden adeta fışkırıyordu.
Ben Başbakan’ın bu tutumundan dolayı candan kutluyorum, tebrik ediyorum ve bu dünyada da öbür dünyada da başarılar diliyorum.
Bu Türkiye için bir şeref duygusudur.
Eğer benim Başbakanım "El-İnfitar" suresinin 19 ayetlerini kelimesi kelimesine ve Annesinin ruhuna ithafen okuyabiliyorsa ve tüm Müslümanların geçmişlerinin ruhlarına ithaf ediyorsa bu bizim için, tüm Türkiye için, hatta İslam lemi için bir gurur kaynağı olmalıdır.
Her zaman söylediğim gibi, Türkiye artık kendi istikametine, yörüngesine girmiş durumdadır.
Az da olsa o 26 maddenin değişimi, çok büyük merhale, aşama kaydetmiştir Türkiye’ye.
Ya bir de 75 tane madde değişirse, Türkiye daha neler kazanmayacak ki.

* * *

Evet, ilk akşam televizyonu izlerken İstanbul’da kendi evinde annesinin naaş’ını getirip koyarken, herkes okuduğu fatiha ve dualarla meşgul olurken birden muhterem Başbakanımızın sesini duydum ki, Besmeleden sonra "İzes’sema’un fateret" suresinin 19 ayetinin tümünü okudu.
İnanın, sevgili okurlar.
O ihlâs, samimiyet beni Sayın Başbakanımıza daha fazlasıyla bağlı kıldı ve büyüledi.
Bu nedenle diyoruz ki, bu sürenin mana değeri yüksektir ve yüksek yerde tutulmuştur.
Onun için Sayın Başbakanımız bunu okurken bilmiş olmalıdır ki, onun için ve halkımız için yeni sembole edilmiş bir Türkiye gerçeğidir.
Sevgili Başbakanımıza diyoruz ki; bir daha, bir daha, bir daha, hamle üstüne hamle olsun.
En derin saygılarımla.