MİLLETİN TARİHİ BAŞBELASI?!!!

Bilindiği gibi;
Ülkemiz devletiyle, milletiyle bir bütünlük içerisinde yakın tarihini yaşarken ne çare ki hep tabularla karşı karşıya bırakılmaya zorlanmıştır.
Aslında her fırsatta yıkılması gereken bu tabular bir türlü yıkılmıyor.
Velev ki uygulamaları yasaların gölgesinde olsa dahi; ama hukuka aykırılığı açık ve nettir.
Devletin bünyesinde oluşa gelen önemli kurumların başındakilerinin vesayetleri altında yakın tarihimiz boyunca hep bu uygulamalar geçerliliğini sürdürmüştür.
Bu nedenle ülke bu tür uygulamaları bünyesinde barındırma sürecini idame ettiği müddetçe hukuksal olarak çağdaş evrensel dünya hukuk normlarından hep geri kalmak zorundadır.
Zira evrensel hukuk normlarının hiçbir tarafına uymayan ve buna rağmen zorunlu olarak yasallaştırılan bu vesayetler ülkenin başına adeta bir bela kesilmiştir.
Ülke bir türlü kendini bu yanlışlıklardan, bu vesayetlerden, bu dayatmalardan kurtaramıyor.
Bu tezimizin kanıtlayıcı delili de hep yaşana gelen tarihi uygulamalardır.
Devletin önemli kurumları bünyesindeki hukuksuzluklar, antidemokratik dayatmalar ve kirli ideolojilerin varlığının sürdürülmesidir.
"Görünen köy kılavuz istemez" misali zira 12 Eylül 1982 Anayasası orta yerde mevcut.
Anayasada geçen kavramlar, ifadeler hukuk terazisinin bir kefesine konurken uygulamaları diğer bir kefeye konulduğunda birbiriyle zıt ve çelişkilerle dop-dolu.
Olan devlete ve millete oluyor, ülkeye oluyor.
Zira Devletin bünyesinde sözüm ona anayasaya dayalı uygulamaların yüzde yetmişi, hatta sekseni, milli menfaatlere ters düşmektedir.
Toplumun günlük hayat akışlarıyla hiç bağdaşmayan dayatmalara dayalı bu keyfi uygulamalar ülkeyi daha kim bilir nerelere kadar götürür?
Nasıl sürükler meçhulümüz olarak görünüyor ise de hâlbuki hiç de meçhul değildir.
Ülke büyük bir ahlaki çöküntü ile karşı karşıya.
Bunun zincirleme olarak arkasını çeken ekonomi ibresinin her alanda düşüş görüntüsü..
Ülkenin bölünmez bütünlüğü, milli birlik ve beraberlik şekli apayrı bir şekilde düşündürücüdür.
Tarihi bir bütünlük içerisinde ülke coğrafyasının bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olması bunun bariz örneğidir.
Terör azıya vurmuş, başını almış gidiyor.
Hukuk normlarına uymayan yasaların uygulaması adeta ülkeyi inim inim inletiyor.
Sayabileceğimiz yüzlerce olumsuzluk..
Bakınız, 82 Anayasamızın dibacesinde yer alan 1, 2, 3, 4 ve 5. maddelerindeki geçen kavramlar.
Ve bu kavramların uygulanması.
Hiç uzatmaya lüzum yok.
Basiret gözüyle bakıldığında inanın her fırsatta anlaşılan budur ki bu devlet, bu ülkeyi ve bu milleti yanlış, keyfi ve dayatmaya dayalı olarak yönetmiştir.
Bu yanlışlıkların ve bu dayatmanın sonucu olarak da karmaşanın, kavganın, terörün kaçınılmaz halidir.
Yoksa dünyanın hiçbir yerinde devletin evrensel hukuka dayalı rejimlerin uygulamaları hiçbir zaman uzun süre kan ve gözyaşlarının karışımı böylesine devam etmemiştir..
Demek anlaşılan odur ki, madde madde anayasanın belirttiği ifadeler ile yanlış ve keyfi uygulamalar birbirine terstir.
Öyle bir hal almış ki Yargıtay onursal başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk "Zorba devletten hukukun üstünlüğüne" adlı kitabının 14. sayfasında Konfüçyüs ile tenha bir bölgede yaşayan bir kadın arasındaki geçen konuşmasını hatırlatıyor.
Sayın Selçuk, "Hukuk devleti günü" kutlamalarına Yargıtay adına bir panele katılırken şöyle diyor;
"Bu konuda kişisel görüşlerimi bu güzel sunumda açıklama fırsatı bulmaktan dolayı çok mutluyum".
Ve Selçuk şöyle devam:
"Hiç kuşkusuz önceleri bir başınaydı insan. Yalnız ve korumasız,
Sonraları yaşam hakkını güvenceye bağlayarak korkusuz yaşamak istedi.
Aile, kabile derken site devletler kuruldu.
Siteler birleşti.
Devletlere, imparatorluklara dönüştü,
Ne ki özgürlükler, halklar güvenceye bağlansın diye yaratılan kurum, devlet zamanla özgürlüklerin, hakların baş düşmanı kesildi.
Bu bilimsel deyişle tipik bir yabancılaşma olgusudur.
Bu yüzden insanlık tarihi bir bakıma yabancılaşmayı yaratmanın ve ondan kurtulmanın tarihidir.
Öyküyü bilirsiniz, Konfüçyüs öğrencileriyle birlikte Tahai dağının eteklerinde gezinirken ağlayan bir kadın görür.
Öğrencilerinden biri kadına neden ağladığını sorar.
Kadın çok acı çekiqyorum bu çevrede bir kaplan var önce kayınbabamı parçalayıp yedi, sonra kocamı, şimdi de oğlumu öldürdü der.
Konfüçyüs öyleyse "Niçin başka bir yere gitmiyorsun" diye sorar. Kadın şu ilginç cevabı verir, "Çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok"
O zaman bilge Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler;
"Kadıncağız haklı çocuklarım. Baskı yapan devletler, kaplanlardan daha korkunçtur.
Bunu hiç unutmayınız bir yüz yıl sonra dünyanın eski yunan devletindeyiz..
Zorba kral Narkoza (ya da diomedona) karşı ayaklanan zenon yakalanmıştır.
Suç ortaklarını söylemesi için bizzat kral işkence yapmaktadır.
Söylence iki biçim almıştır.
Zamanla bir görüşe göre Zenon konuşmak için dişleriyle kopardığı kendi dilini zorba kralın yüzüne tükürmüştür.
Bir başka görüşe göre Zenon kulağına söyleyeceği hilesiyle zorba kralın yaklaştırdığı kulak kepçesini ısırıp koparmış, bunu kralın yüzüne tükürmüş, sonra da suç ortaklarının adlarını vermiştir.
Hepsi de kralın en yakın dostlarıdır.
Paul Valerya’nın ikinci görüşüne göre her zorba yapayalnızdır.
Çünkü ona ilk ihanet edenler daima en yakın dostlarıdır…
Her zorba, zorbalığın kısır döngüsünde kendi yarattığı zorbalığına ve kullandığı baskı tekniğine önünde-sonunda yenik düşmeye yargılıdır.
Mahkûmdur."-
Evet, sevgili okurlar.
Bu hikâye çok önemlidir.
Bizim bahse konu olan yazımızın diğer bölümlerini yazabilmemiz için bunu burda keserek bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.
Bildiğiniz gibi yazımızın başına başlık olarak kullandığım ifade "Bu milletin tarihi baş belası"..
Bu ifade Konfüçyüs’ün uyku kahramanı kadınla konuşurken kadına yönelik ifadesini içermektedir.
"Benim burada barınmamın nedeni insanlara baskı yapan bir devlet yok" derken Konfüçyüs öğrencilerine de şu ifadeyi kullanıyor;
"Baskı yapan devletler kaplanlardan daha korkunçtur."  
Demek anlaşılan budur ki, devletlerin uzun ömürlü yaşayabilmeleri için kendi milleti ve tabalarıyla barışık olması gerekir.
Aynı zamanda kanunların dayatmaları ile değil, evrensel hukuk normlarının paralelinde milletini yönetmek zorundadır.
Keyfiliklere, dayatmalara, hukuksuzluğa son verilmelidir. Yaşatılmakta olan bazı tabulara ve kurumsal vesayetlere son verilmelidir.
Aksi takdirde hiçbir zaman uzun ömürlü yaşama şansı yakalanamaz.
Zira hukuk devletinin en önemli niteliklerinden biri de güvenilir olmasıdır.
Anayasanın ikinci maddesi şöyle diyor;
"Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletirdir."
Yani;
Hukuk devleti, devletin bütün faaliyetlerini, aktifliğini, hukukun egemen olduğu kriterde uygularsa devlet olabilir.
Demek ki, devletlerin hukuk düzenini sağlayan bir düzenin kurulması asıldır.
Devlet görevlerini yerine getirirken "Hukuk Devleti" niteliğini yitirmemeli.
Ama hangi hukuk?
Sorusuna karşı ancak şunu diyebiliriz.
Çağdaş ülkelerde hukukun kabul ettiği temel ilkelerin sürekli göz önünde tutması lazım.
Böyle bir düzende ancak devlet devlet olabilir.
Aksi halde hiçbir zaman kendini kaynaşma yerine kargaşadan kurtaramaz.
Kavgadan mütevellit olan kan ve gözyaşları içerisinde eninde sonunda boğulup gidecektir.
Bizim bu tezlerimiz tarihidir ve tarihin nice deneyimlerinden geçmiş temel unsurlardır.
Evet, sevgili okurlar.
Geçen hafta Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece Programcı Sayın Metin Bütanlıoğlu’nun daveti üzerine İstanbul’a gidip Yeni Şafak Gazetesi’nin yan kuruluşu olan TVNET’teki açık oturama katıldım.
Açık oturumda ülkenin ve bölgenin karanlıkta kalan bir çok olayları hakkında çok önemli tarihi gerçekleri dile getirdim.
Ve önümüzdeki hafta da aynı konuları daha net bir şekilde detayıyla 'açık oturumda' konuşacağız..
En derin saygılarımla.