TOPLUMSAL BARIŞIN ŞARTLARI

Evet, sevgili okurlar.

Türkiye; Doğusuyla, Batısıyla, Güneyiyle, Kuzeyiyle, Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Acem’iyle günümüzdeki olup bitenler karşısında herkes dimdik ayakta durup, mutlak bir barışa evet demelidir.

Barış daima toplumlara hayır getirmiştir, refah-mutluluk getirmiştir, toplumlarda hep ilerleme kaydetmiştir.

Hiçbir toplum, insanlık varlığı tarih boyunca kan dökmekle, birbirini öldürmekle, malları-mülkleri, ırz ve namusları talan etmekle hiçbir yere varmamıştır ve varacağı da mümkün değildir.

Onun için olmazsa olmazın temel unsuru “Barış”tır.

***

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, iki eş arasındaki anlaşmazlığın son çaresini dahi “Barış”a bağlamıştır.

Bu durumda toplum arasındaki kabilelerden tut, değişik renkler, diller, dinlerde dahi şiddetle barışa ihtiyaç vardır.

Yüce kitabımızdaki mesaj aynen şöyle;

“Essulhu hayrun”

“Sulh, hayır getirir. Hayrın ta kendisidir”

“Barış” olmazsa, toplumların varlığı da söz konusu olamaz.

Tek kelimeyle özetlemek gerekirse “Barış” insanlar için hayat idamesidir.

***

Ama tabii ki bu barışın gerçekleşmesi için de çok önemli koşul ve şartlar vardır.

İster bir tarafın mağlubiyeti olsun, ister diğer tarafın galibiyeti olsun, ister eşit şartlar olsun “Barış”ın uygulama koşulları neyse sonuç da aynı olmalıdır.

Yani iki taraftan da fedakârlık ve bazı hak olarak ileri sürülen istek ve arzular olsa dahi geçici de olsa gözardı edilebilir.

Nitekim bir önceki yazımda da buna işaret etmiştim ve yüce İslam tarihinin Hudeybiye sulhundan başlamak üzere önemli bazı işaretlerde bulunmuştum.

* * *

Hiçkuşkusuz ki;

Hudeybiye anlaşmasını biliyorsunuz!

O anlaşmayı bir hatırlayalım.

Efendimiz (s.a.v) büyük bir “tahşidat”(Askeri donanma) ile Umre yapmak üzere Mekke’ye doğru yola çıkar.

Mekke’ye çok kısa bir mesafede bulunan Hudeybiye vadisinde konaklar.

Önce Mekkelilerin nabzını yoklamak üzere bir iki elçisini gönderir.

Netice itibariyle Mekke müşriklerinin ileri sürmüş olduğu ağır koşullar karşısında “Evet” diyemez durumda olduğu için geçici de olsa geri dönmek zorunda kalır.

Başta Hz. Ömer dâhil olmak üzere, Resulullah Efendimiz (s.a.v)’e karşı tepki göstererek “Bu geri dönüşümüz, mağlubiyet demektir, buna evet diyemeyiz ya Resulullah” derler.

Ancak Efendimiz (s.a.v), onlara şöyle der:

“Ben eğer Allah’ın Resulü isem, bana inanıyorsanız, bana uymanız gerek. Bizim bu geri dönüşümüz, çok kısa bir sürede Mekke’nin fethine yönelik atılması gereken bir adımdır, bu mağlubiyet değildir.”

İnandırıcı bir tebliğle herkes geri dönüşü kabullenir ve Medine’ye tekrar geri dönülür.

O dönüş paralelinde Mekke ile Medine arasında Efendimiz (s.a.v)’e ilahi mesaj olarak Mekke fethini müjdeleyen “Fetih” suresinin inişi hem Resulullah Efendimiz (s.a.v)’i hem de ordusunu rahatlatmıştır.

Ve bir sene sonra yeni emirlerle tekrar daha ciddi ve daha metanetli İslam ordusu bu kez kavgasız, cinayetsiz, herhangi bir kimsenin kanı dökülmeden büyük bir anlayış ve barışla Mekke’ye girer.

Orada Efendimiz (s.a.v), daha iki sene öncesinde İslam ordusunun aleyhine neticelenen Uhud savaşındaki geçici bir mağlubiyeti unutarak müşriklerle barışı sağlayarak Mekke fethini gerçekleştirir.

Ve o fetih neticesinde gün gittikçe yüce İslam dini yeryüzüne yayılır, yayılıyor da yayılıyor.

***

Ama bu barış nasıl bir barış?

Uhud savaşında Ebu Sufyan’ın eşi Hint tarafından kiralayıp, Hz. Hamza’yı katleden bedevi bir vahşiyi dahi  Resullah Efendimiz tarafından af edilerek, sahabi olarak cemaati içerisine kabul etmekle bu barış gerçekleşiyor.

Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarıp emen Ebu Sufyan’ın karısı ve Muaviyenin annesi olan Hint ile biatini gerçekleştiren o yüce İslam Peygamberi, barışın hatırı için her şeyi bir çırpıda unuturcasına siliyor.

Kin ve nefret unsurlarını ortadan kaldırıyor.

Çünkü atılan bu ciddi barış adımı, büyük bir kardeşlik ve samimiyet noktasına dayanıyor.

Düşünün, savaşta Müşriklerin ordusu içerisinde yer alan hatta Uhud savaşında Müslümanlara çok büyük zarar veren Halit bin Velid ve Amr İbnü’l-As’ları İslam’a kazandırıyor ve daha sonra ordu komutanları olarak her şeyi Halit bin Velid’in eline veriyor.

Siyasi ve idari alanı da Amr İbnü’l-As’a veriyor.

Efendimiz (s.a.v)’in vefatından sonra dahi Şam’daki Roma İmparatorluğuyla, İran’daki 2000 yıllık ateşperestlik rejimiyle yaşayan Kisra ordularını yenerek İslam’a dâhil ettiriyor.

Bugünkü Diyarbakır’ın Hz. Süleyman Camii’nde yatan 450 sahabenin varlığı bu tarihi gerçeğin kanıtlayıcı bir delilidir.

Hatta fetih eden orduların başında Hz. Halit bin Velid’in oğlu Hz. Süleyman olmuştur.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bize göre insanlar arasındaki gerçek “Barış”ı simgeleyen üç ana kavram vardır ve bu kavramlara inanmak kaydıyla “Barış”lar gerçekleşir.

Aksi takdirde bir an için “Barış” şekillendiriliyor ise de bu üç ana kavrama inanmayan taraflar hiçbir zaman bu barışı idame edemezler.

Bu kavramları burada şöyle özetleyebiliriz;

“Şeriat” “Millet” ve “Din”..

Bu her üç kavramın kelime telaffuzları her ne kadar değişik görünüyor ise de mana itibariyle biri diğerinden hiç farklı değildir.

Zira “Şeriat” kavramının terim olarak mana değeri;

“Allah’ın toplumlara göndermiş olduğu birtakım inanç hakikatlerine inanıp, onunla yaşamaktır”

“Millet” ise;

“O inanç silsilesini kabullenip, onunla bir dine yani İslam dinine kitlesel inanmak ve intisap edene denir”

“Din” ise;

“Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in getirmiş olduğuna intisap etmek ve o kavramı toplumun günlük hayat akışlarına yansıtmasına denir”

***

Demek anlaşılan odur ki;

Bu her üç terim İslam’a mal olmuş, olmazsa olmazı olan kavramlardır.

Bu yüce değerlere inanan bir toplum, bireyinden tutunda ailelerine kadar, ailesinden tutunda kabilelerine kadar, coğrafyalarına kadar, örf adetlerine kadar, devlet ve milletlerine kadar…

Her ne olursa olsun, aralarına giren bir anlaşmazlık veya gizliden aralarına atılan bir nifak tohumu söz konusu olursa illaki kan dökmesiyle değil, Allah Resulü vasıtasıyla ümmetine getirmiş olduğu hükümler manzumesine inanarak ve yekvücut olarak sarılmakla her şey gerçekleşir.

* * *

Hulasa olarak özetlemek gerekirse;

Allah’ı bir, Peygamberi bir, kitabı bir, kıblesi bir, tarihi bir, örf adet, gelenek-görenekleri bir olan bir toplum hangi coğrafyada olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun, hangi rengi taşıyorsa taşısın, hangi kabileye, kavme mensup olursa olsun…

Anılan üç ana gerçeğe inanmakla kardeşlik simgesini pekiştirirler.

Madem öyleyse hiçbir zaman kardeş kardeşle, süfli ve geçici dünya menfaatleri için çarpışmaz, kan dökmez.

Masum-mağdur suçsuz insanları siyasi gelecekleri için malzeme olarak kimse kullanamaz ve kullanmaya da hakkı yoktur.

İnsan kanını malzeme olarak kullanan her kim olursa olsun, ister devlet olsun, ister millet olsun, ister ağalık-paşalık olsun, kesinlikle geleceğine hayırlı bir iş kazandıramaz!

Öylesine inanıyoruz ki her ne cihetle olursa olsun geleceğine refah-mutluluk getirmez, yerine yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Nitekim milletlerin tarihi orta yerdedir.

Yeryüzünün hâkimiyetini en büyük güçle eline geçiren Doğu Roma İmparatorluğu’nun bugün unutmayalım ki esamisi okunmuyor.

2500 senelik İran Sasani devletinin yok olup, İslam’ı kabul etmesi inkâr edilmez tarihi gerçekler arasındadır.

Moğol Türklerinin 700 sene önce Bağdat’a girip, çok büyük kan dökmelerinin sonucunda nihayet İslamiyet’i kabullenmek zorunda kalması…

Bu da tarihi gerçekler arasında yer almaktadır.

***

Sonuç itibariyle tek kelimeyle şunu diyebiliriz ki;

Hiçbir zaman ne kör kavmiyetçilik taassubuna dayanarak bir yere varabilmişler ve ne de Siyonizm’e dayalı Yahudi felsefesinin ürünü olan Marksizm’e, Sosyalizm’e, inançsızlığa ve ne de Haçlı bir zihniyetin anlayışıyla toplumlar bir yere varamamıştır varma şansına da ulaşmamışlardır.

Ulaşamazlarda!

Bu itibarla diyoruz ki;

Yegâne kurtuluş çaremiz, inandığımız yüce İslam dininin ana hukuku paralelinde kardeşlik elini birbirimize uzatıp, o inançla birbirimize sarılmaktan başka çaremiz yoktur.

Abdullah Öcalan yıllardan beri eğer İmralı’daysa, devlet geçmişi unutarak yeniden topluma kazandırabilme şansını ararsa, bize göre en büyük başarıdır.

BDP olsun veya Kandil olsun, bu cenahta her kim olursa olsun, kendi siyasi geleceğini masum insanların kanıyla temin etme anlayışından artık vazgeçmelidir.

Siyasi hayatlarında bir baltaya sap olamayacak kadar başarısız olanların, başarısızlıklarını bu alanda başarıya çevirip, bir yere gelme düşüncesine artık prim verilmemelidir.

***

İşte o zaman gerçek bir “Barış” elde edilebilinir.

Nitekim tarih sayfalarına baktığımızda;

Bugüne kadar tüm denenmiş yollar hep tıkanıklıklarla sonuçlanmıştır.

Onun için coğrafyalarımızı bölünme tehlikesinden arındırıp, daha güçlü müreffeh bir Türkiye olabilme şansını yakalayabilmemiz ancak ve ancak anlattıklarımızla gerçekleşebilir.

Yoksa işte kulağımızın dibindeki Suriye’nin halini görüyorsunuz.

Yıllardan beri hep insan kanından nemalanan Irak’ın dramını görüyorsunuz.

Afganistan’ın bugün Haçlıların çizmesi altında inim inim inlemekte olduğunu da unutmamalıyız.

Suriye ile Irak’taki baasçı, inkârcı, kavgacı, Marksist rejimin sonucu itibariyle bu her iki millet bu hale gelmiştir.

Keza Afganistan’ın da, Pakistan’ın da, Keşmir’in de, daha nice ülkeler var?

Duamız;

Yüce Allah bu milleti, Kur’an’ın buyurduğu gerçek barış inancından ayırmasın.

En derin saygılarımla.