YANLIŞ CUMHURİYET!

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği gibi bu köşemde her zaman olduğu gibi bugün de Türkiye’nin kritik meselelerini irdeleyerek, güncel önemli konuları sizinle paylaşmak istiyorum.

Geçen hafta da yazı konusu etmiştim.

Sevan Nişanyan’ın “YANLIŞ CUMHURİYET, ATATÜRK VE KEMALİZM ÜZERİNE 51 SORU” adlı kitabındaki bazı anlatımları..

Kitapta yer alan, güncelliğini koruyan tarihi olduğu kadar, önemli ve çarpıcı olayları bu köşeden birlikte irdeleyerek, bugün de sizinle benzer tarihi açmazları paylaşmak istiyorum.

Günlük medya…

Hele hele yazılı medyanın manşetlerine, birinci sayfalarına bakıldığında, insan gerçekten siyasetin, politikanın yeni dünyasına girmek zorunda kalıyor.

Eskiden kalan konular ve önemli olaylar, siyaset alanında tekerrür ettiğinde der demez insan, gerçekten halden hale dönüşüyor.

Dudak uçuklatan gelişmeler yaşıyoruz..

Özellikle iktidar partisi olan AK Partinin yeni yeni uygulamaları, siyasetin ne kadar kirlendiğini, politikanın ne kadar değişik yüzlerden ibaret olduğunu, bir bir insana öğretiyor ve gösteriyor.

Politika kelimesinin çok yüzlülük manasını taşıyan ve siyasetçilik, yalancılıktan ibaret olduğunu, eskiden söyleyenlere kızıyorduk ve hep eleştiriyorduk ve siyaseti savunuyorduk, yine de savunuyoruz..

Ama hangi siyaset?

Gerçek manada milli egemenliği, yani milli iradeyi daha doğrusu diğer bir deyimle milletin inanç ve düşüncelerine uygun adım atmayı ve milli inanç ruhunun paralelinde yürüyen siyaset, ancak gerçek siyaset olabilir diyorduk ve hala da diyoruz, demeye de devam ediyoruz.

Ama tam tersine, kelime ve kavramları basmakalıp şekle sokulan ve görünümde milli irade olarak adlandıran, mana itibariyle tam tersine adım atmak, hiçbir zaman o siyaset, siyaset olamaz.

Ancak kezabet ve yalanla gününü gün eden çok yüzlü politikadan ibaret olabilir ki hiçbir zaman milli iradeyle bağdaşmayan hal ve hareketlerdir ki millet nefretle bunları karşılar/karşılıyor.

* * *

Evet, geçtiğimiz yazıda paylaştığımız gibi..

Adı geçen kitabın arka kapağında yer alan yazıyı tekrar paylaşalım;

“Bu çıkmazı aşmak için bir zihin devrimine gerek vardır.

Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce kendisini 70 veya 80 yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesini tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir.

Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir.

Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla tarihte ait olduğu yere ancak bu şekilde konulabilir”

***

Hiç kuşkusuz ki bu manzara karşısında.

Gerçek manada bir hukuk devletinin kendini idame ettirebilme şansını nasıl yakalar, diye düşünmemek mümkün değil.

Evet, gerçekten hukuk devletine yönelebilecek tehditler çok çeşitlidir.

Mesela; güçlü kişi ve zümreler, derebeyleri, mafyalar, kışkırtılmış halk kitleleri, yobaz din adamları, yabancı istilacılar, terör örgütleri..

Ve daha bir çok "yasadışı" yapı.

Tabiri caizse, bu başlık altında neler sayılabilirsen say!

İşte bir hukuk devleti bünyesinde bu anılan terimler revaç buluyorsa ve bunların yapmış olduğu suçlar caydırılmıyorsa, bilakis gittikçe çoğalan suçlar ve suçlular devlet bünyesinde korunabiliyorsa o devlet hiçbir zaman bir hukuk devleti vasfını taşıyamaz…

Taşıyamamakla beraber, uzun ömürle yaşama şansını da yakalayamaz.

Nitekim hukuk devletine yönelik en ciddi tehdit unsuru kuşkusuz devlet gücünü elinde tutanlardan gelir..

Devlet tek başına toplumdaki en büyük güç birikimini temsil eder.

***

Ordulara, polise, vergilere, darphaneye, sınırlara, kitle iletişim araçlarına, istihbarat kaynaklarına ve sonsuz denebilecek istihdam kapasitesini kumanda eden bu dev makinenin temsil ettiği tehdide, özel imkânlarıyla kişi ve zümrelerin veya kamu gücünün sınırlı bir dilimini kullanan özerk kurumların, hukuka ve kamu özgürlüğüne yöneltebilecekleri tecavüzün çapı çok cılız kalır.

Resmi bir sıfatı olmayan kapitalistlerin sorgusuz adam asmalarına, tarihte çok ender tanık olunmuştur.

Nitekim kilisenin Haniye tecavüz etmesine, ya da askeri birlikler gönderip, muhaliflerin mallarını yağmalamasına çok az rastlanır.

Oysaki devlet gücünü elinde bulunduranların eşkıyalığa girişmesi, tarihin her çağında, her kültürde, her ekonomik düzeyde, toplumda yabana atılmayacak ölçüde ciddi tehlike olmuştur ve oluşturmuştur.

* * *

Devlet, gerçek manada yeryüzünde Allah’ın gücü olduğunu unutmamalıdır.

Allah’ın gücü olduğuna inanmayıp da “Hak, daima güçlüdedir” misali hukuk ve kanunlar pasifize edilirse vay o toplumun haline.

Evet, sevgili okurlar.

Çağdaş, demokratik, evrensel bir hukuk devleti vasfını yaşayabilme hali, hukuk ve demokrasinin daima kanunların yanında yer almasıyla mümkündür.

Güçlülerin yanında değil..

Güçlü ve totaliter kimliğini ön planda tutup, hukuk onlardan yana kullanılırsa dünyanın en çirkin uygulamasıdır ve hukuksuzluğun dik alasıdır.

Nitekim hâli âlem meydanda…

Bu gün görünen odur ki hukuk güçsüzün yanında olmaktan çıkmış, güçlünün yasaları paralelinde yer almaktadır.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Buraya dikkatinizi çekmek istiyorum.

Dünkü ulusal medyamızın çok satan bazı gazetelerinde manşetten verilen bir haber..

“ERGENEKON HAKİMLERİNİN GÖREV YERLERİ DEĞİŞTİRİLDİ”

Bu haberi tüm incelikleriyle uzun uzadıya yazmaya gerek yok.

Ancak satır başlarını başlık olarak bir iki kelimeyi sizinle paylaşmak istiyorum.

Haber şöyle devam ediyor;

“ÖYM (Özel Yetkili Mahkemelerin) kalkmasının ardından HSYK, Ergenekon heyetinin de aralarında bulunduğu 271 hakim ve savcının görev yerini değiştirdi.

HSYK, ÖYM olarak da bilinen terörle mücadele kanununun 10. maddesi ile Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin kaldırılmasından sonra, bu mahkemelerde görev yapan hakim ve savcıları büyük oranda talepleri doğrultusunda başka illere atadı”

Toplam 271 kişilik hakim ve savcılar listesinde dikkat çeken isimler var..

Baktıkları davalar ve soruşturmalarda yeni görev yerlerine, birçoğu tenzil-i rütbe ile atandılar.

Gerçekten hükümetin bundan üç-beş sene öncesine kadar söylem ve uygulamaları birbiriyle uyum halindeyken, hakikatten kamuoyu çok büyük ümit ve beklentiler içerisindeydi.

* * *

Fakat son zamanlarda büyük bir değişim yaşıyor..

Mesela, 28 Şubatçıları, iki ay içerisinde tahliye eden mahkeme hakimleri ve baş hakimleri, savcılarla beraber, başladılar Balyoz, Ergenekon vs. davalarında verilen kararların gerekçelerini yazmamaya..

Adeta kasti olarak "gerekçeli kararlar" gecikmeye tabi tutuldu.

Ve gel zaman-git zaman beş yılını bitiren tutukluları, yasa gereği karara bağlanmasa dahi tahliye etmek zorundadırlar.

Kanun gereği budur.

“Ama neden beş sene içerisinde bir türlü gerekçeli karar çıkmadı veyahut karara bağlanmadı?” sorusu da birçok yönüyle akıllara gelmiyor değil.

Tabi burada şüphe duyulmaktadır.

Böylesine hakimleri yerinden alıp dağıtma hem de tenzil-i rütbe ile, bize göre gerçek manada adilane bir hukuk uygulamasıdır.

Zira devletin hukukuyla, adaletiyle oynanmaz.

Hele hele kendine kalkan olarak kullanıp da onun arkasına sığınmak da ayrı bir skandaldır.

Ama ne yazık ki yapılan uygulama tümüyle buna yönelik değildir.

Bakıyorsun ki kurunun yanında yaş da yanıyor.

Eski Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner gibi başsavcıların yaptıkları yanına kar kalmamak üzere Erzurum’dan özel savcı gelip araştırma yapmak üzere görevden almak için çabalayan böylesine değerli savcıların Türkiye’de varlığı da gerçekten söz konusudur.

Bu da ümit vericidir, ne yazık ki o savcı kutsal görevi yaparken yerinden oldu, tenzil-i rütbe ile bu atamalardan çok daha önceden alındı.

Ne gariptir ki, İlhan Cihaner de bugün Milletvekili.

Yani yaptığı kanında kar kaldı.

Öbür taraftan Diyarbakır’da DGM Cumhuriyet Başsavcılığını dört sene boyunca yürüten Başsavcı Nihat Çakar’ın yaptığı Erzincan’daki İlhan Cihaner’den daha çok çok ilerideydi.

Her uygulaması keyfiydi, yasa dışıydı, hukuka aykırıydı ve antidemokratikti.

Ama o zat, o dönemde HSYK’nın gözbebeği olarak görev yapıyordu.

Sayın Başbakan unutmasın ki Siirt mitingindeki okuduğu şiir devletin milli maarifine yerleşmiş, kitaplara yazılmış bir şiirdi.

Onun yazarı ve müellifi Ziya Gökalp’tı.

Buna rağmen soruşturma açıldı ve Başbakan o dönemin İstanbul Belediye Başkanı iken ceza aldı.

Ve ceza veren de Nihat Çakardı.

Ceza verilmesi talebinde bulunan bu zat-ı muhterem cumhuriyet başsavcılığı görevini yapıyordu.

Tüm bu antidemokratik uygulamalara rağmen hükümet bu tür insanlara bir türlü karışamadı..

İnanan Müslüman hakim ve savcıların ciddiyetini zedeleyerek, birçoğunu tenzil-i rütbe ile çil yavrusu gibi dağıttı..

Kamuoyu buna da bir anlam veremiyor.

En derin saygı ve sevgilerimle.