YARGIDA BÜYÜYEN SORUN!?

Evet, değerli okurlar.

Bilindiği gibi son yıllarda yargıdaki çalkantılı olaylar gerçekten ızdırap vericidir.

Ülkenin yegâne bel bağladığı ve ümit verici bir güven kaynağı olan kurum, oldukça sorun üstüne sorunlara neden olur hale geldi.

Zira “hukuk” deyince her şeyden evvel “adalet” akla gelir.

“Yargı” deyince adil, vicdanına danışan “hâkim ve savcılar” akla gelir.

Kültürümüze mal olmuş bir gerçek var: bu bir ilkedir, prensiptir, hukukun ana kuralıdır…

“El adlü esasül-mülk”

Yani, “Adalet mülkün temelidir”

Bu söz, hadis olmasa dahi büyük insanların kelamıdır ki gerçeğin de ta kendisidir.

Eğer bir ülkede, bir toplumda adaletin varlığına kuşkuyla bakılıyorsa, vay o ülkenin haline.

Yıllardan beri, hele hele cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek, ülkemiz; milletiyle-devletiyle çok büyük sorunlarla karşı karşıya kalmış olduğunu kimse inkâr edemez.

Siyasi vesayetlerinden tut darbelere kadar, askeri vesayetlere kadar, brifingci hakim ve savcılarına kadar.

Hele hele Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı bünyesinde nice baronlar vardır ki hukuku adeta rant ve çıkar kaynağı görerek, yanlış yamalak verdikleri savunmalar, gerçekten ibret vericidir.

İdeolojik ve siyasi hareketler hep ön planda.

Bu nedenle hukuktaki caydırıcılık solda sıfır duruma düşmüştür.

Nitekim gittikçe suç ve suçlu oranları çoğalmaktadır.

Zira halkın beklentileri mutlak ve bağımsız bir adalet mefhumu iken ki bu da tamamıyla yüce İslam dininin “Nizamül hüküm” denilen kavram toplumun her kesimine adaletli bir biçimde hâkimlerin hukuka karşı vermiş oldukları kararlar olduğundan, vicdanına danışan, bağımsız ve yansız verilen hükümlere dayanıyordu ki bu da inancımızın temel dayanağı ve ruhumuzun ana esaslarıdır.

Verilen hüküm ve alınan kararlar, yansız ve bağımsız olmalıdır ki ister dost olsun, ister düşman olsun, hâkimin vermiş olduğu karar, hele hele gerekçeli karar çelişkiden uzak ve dayanaklı gerekçelere dayanmalıdır.

Zira adalet hem bu dünyada hem öbür dünyada tüm âlemin, insanların ve canlıların arasındaki kökleşmiş birer sütun ve kolon durumundadır.

Ne kadar ağır yük üzerine gelirse gelsin, kayıtsız ve şartsız, bağımsız bir adaletin icrası onu gittikçe güçlendirir ve huzur verir.

Bu nedenle “Adalet mülkün temelidir” denilmiştir.

Ama zulüm ise, adaletsiz bir yargı şekli ise, bütün medeniyetlerin yıkılması için temel faktördür.

* * *

Bir Yargıcın vermiş olduğu hüküm üç yerde muteber olmalıdır.

Birincisi gerekçeli karar,

İkincisi şahitlik mekanizması,

Üçüncüsü adaletin koltuğunda oturan hâkim.

İşte o adalet, gerçek ilahi adalettir.

Uygulandıkça ülke huzur bulur, barış getirir, sevgi ve kardeşlik oluşur.

O olmayınca hiçbir şeyin varlığı söz konusu olamaz.

Zira o yüce İslam Peygamberi şöyle bir Hadis-i Şerif buyurmuşlardır ki;

“Sizin kanınız, malınız, ırzınız, başkasına haramdır”

Bir insanın gerçek manada hakkını, hukukunu korumak için yargının adaletle verdiği kararın çok büyük sevabı vardır.

Zira yine o yüce İslam Peygamberi şöyle buyuruyor ki;

“Müminin Allah nezdinde değeri, Kâbe ile eşdeğerdir”

Allah nezdinde, kıyamet gününde hatta bu dünyada da âdemoğullarının değerleri çok yücedir, yeter ki yerinde kullanılsın.

Ama heyhat!

Tam tersine görünen odur ki günümüzdeki yargının bünyesinde, her alanda ama her alanda, her gün tüyler ürpertici hadiseler meydana geliyor.

Olaylar, yanlış ve gayriciddî kararlar ve okuyan öğrencilerin şimdiden gayriahlâkî çöküşleri, bu da bizi nereye götürüyor biliyor musunuz?

Demek ki okul, maarif, milli eğitim, her alanda tefessüh etmiş durumdadır (çürümüşlüğe yüz tutmuştur).

Peki, milli eğitim camiası bu körpe evlatları nasıl eğitiyor, öğretiyor ve sahip çıkıyor ki her okulun köşesinde mutlaka uyuşturucu satan şebekeler ve temsilciler görünüyor.

Oysaki küfrün ve umutlu yetiştirilmesi gereken bir insan varlığı; çocukların, yani yeni gelen neslin ilkokul çağından tut, üniversitenin son sınıfına kadar inanç ve ahlak terbiyesiyle donatacaksın ki, hayata atıldığında ne kadar dondurulmuş batıl düşünceler varsa onlara itibar etmemeli ve de o çocukları etkilememeli.

* * *                                                 

Evet, sevgili okurlar.

“Hukuk” dedik, “Adalet” dedik.

Fakat ne yazık ki “Adalet mekanizması” Türkiye’nin en güvenilir bir kurumu olduğu halde bakınız neler oluyor?

Üç dört günden beri HSYK 3. Daire adeta meydan okuyor.

Milliyet kaynaklı bu haberin başlığı şöyle;

“Hükümetle cemaat arasında yargıda devam eden kavgada önemli bir odak noktası haline gelen HSYK 3. Daire, aldığı kararlarla adeta hükümete meydan okuyor.”

Verilen 25 Aralık yolsuzluk soruşturmasını engelledikleri iddiasıyla dönemin İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı ile Başsavcı Vekili Oktay Erdoğan hakkında inceleme izni teklif etme kararı aldı.

Daire ayrıca polislerin yasadışı dinleme yaptıkları iddiasıyla yürütülen 22 Temmuz soruşturmasında görev alan bazı hâkim ve savcılar hakkında da yeni inceleme izni teklif etme kararı aldı”

Haber şöyle devam ediyor;

“60 DOSYA İÇİN TOPLANDI

HSYK 3. Dairesi, dün gündemindeki 60 dosyayı görüşmek üzere toplandı.

Edinilen bilgiye göre çok sayıda önemli karar alan dairenin en önemli kararlarından biri; 25 Aralık soruşturmasını engelledikleri iddiasıyla Çolakkadı ve Erdoğan hakkında inceleme izni teklif etmeye ilişkin kararı oldu.

Çolakkadı ve Erdoğan hakkında soruşturmayı yürüten Savcı Muammer Akkaş’tan dosyayı aldıkları, soruşturmaya müdahale ettikleri iddiasıyla inceleme yapılması için Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın onayı gerekiyordu.

Oysa bu onay yok.

Ayrıca aynı daire, 22 Temmuz soruşturmasında görev alan hâkim ve savcılar hakkında da gözaltına alınan polislerin şikâyeti üzerine “Görevi kötüye kullanma” hürriyeti tarafsızlığını yitirdi.

Usulsüz soruşturma yürütme, savunma hakkını ihlal gibi suçlamalar nedeniyle inceleme izni teklif etme kararı aldı, bu kararda Bakan Bozdağ’ın imzası olacak”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Fazla uzatmaya gerek yok.

Demek anlaşılan budur ki bu olay, bu durum, yüksek yargıyla yerel yargı arasında çok büyük keşmekeşliğin var olduğunu göstermektedir.

Siyaset mi el atmış, ideoloji mi el atmış, belli değil.

Anlaşılan odur ki hukuk fakülteleri, öğrencilerine pek fazla hukuk dersi öğretmiyor.

Ahlak dersi öğretmiyor, Allah korkusuna bağlı vicdan dersini öğretmiyor.

Öğrettiği bir şey var, ideolojiye bağımlı sadece hukuk fakültesi diploması ve yakası kırmızı siyah cübbe.

Acaba mezun olduktan sonra bu camianın kaçta kaçı gerçek manada hukukçu oluveriyor?

Elbette ki bu da ayrı bir soru işareti.

Dün, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile ilgili bize gelen bir haber gerçekten çok düşündürücüdür.

Düşündürücü olduğu kadar da çok vahimdir.

Evrakta sahtecilik mi diyelim veya aldatmaca mı diyelim, birileri bir yerlere büyük bir ihtirasla tırmanmak isteyiş mi diyelim?

Neye karar verirseniz takdir sizin?

Mevzuuyu rektörlük biliyor, hukuk fakültesi dekanı da biliyor.

Yalnız tabi teamül gereği de gerçek odur ki bir bilim adamı bir görev için gönderildiğinde mutlaka izne tabi olması gerekir.

O izin de aynı fakültenin yönetim kurulundan çıkması gerekir.

Ya rektörlükten veya da aynı fakültenin dekanının iznine tabi olması lazım

Bu bürokratik işlemler olmazsa, "olmuş gibi" gösterme bir işlev söz konusu ise o zaman durum evrakta sahtecilik kapsamına girer.

***

Bakınız, sevgili okurlar.

Olay bir davet mektubuyla ilgilidir.

Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Nihat Taşdelen ile ilgili bir davet mektubu.

Mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Sayın Doç. Dr. Nihat Taşdelen, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı”

Dikkatinize sunmak üzere bunu söylüyorum.

Bir sefer Doç. Dr. Nihat Taşdelen Hukuk Fakültesi Dekanı değil, Dekan Yardımcısıdır.

Bu davet ısmarlama daveti üzerine yazılmışsa Dekan Yardımcısı demesi gerekirken, Dekan demiş.

Mektup devam ediyor.

“Saraybosna, Eskişehir ve İstanbul’da olmak üzere üç etkinlikten oluşacak ‘Avrasya Hukuk Kurultayı’nın 03–07 Eylül 2014 tarihleri arasında düzenlenecek olan ‘Saraybosna Çalıştayında’ ‘Uluslararası Hukuk ve İslam’da Birlikte Yaşamak’ ana başlığı ile bir sempozyum düzenliyoruz.

Bu çerçevede bir tebliğ sunmak üzere veya müzakereci olarak katılımınız ile bizi onurlandırmanızı diler, saygılarımızı sunarız”

Davetimizi kabul etmeniz halinde ulaşım ve konaklama masrafınız, organizasyon komitesi tarafından karşılanacaktır.

Kurultay programını ve kurullarını ekte bilgilerinize sunuyoruz.

İmza:

Prof. Dr. İlyas Doğan (Avrasya Hukuk Kurultayı Yürütme Kurulu Başkanı)”

***

Evet, bu sempozyum, bu kurultay gerçekten çok güzel bir şey.

Ama güzel olmayan taraf veya güzel olmayıp da kuşkulu olan taraf şu.

Birincisi, Sayın Nihat Taşdelen, Dekan değil.

İkincisi ise; bunun üstünde ondan daha üst seviyede Dekan Prof. Hasan Tanrıverdi’nin varlığı söz konusu.

Ki Sayın Tanrıverdi İslam hukuku meseleleriyle dopdolu, büyük fıkıh ilmiyle donatılmış değerli bir ilim adamı olmakla beraber, ayriyeten Doçent değil Profesördür.

Bu unvana sahip bir insan davet edilmiyor da ondan aşağı tabakadaki insan davet ediliyor.

Davet edilmesine edilir ona bir diyeceğimiz yok.

Amma acaba bu davet 4–5 gün görevden ayrılıp Avrasya çalıştayına giden zat rektörlükten izin almış mı, rektörlüğün haberi var mı?

Varsa bir diyeceğimiz yok, imza istiyoruz.

Eğer yoksa hem rektörlük, hem dekanlık yanıltılmış olup, büyük çapta telafisi mümkün olmayan bir gafletle karşı karşıya kalmak durumundan kendilerini kurtaramazlar.

Ayriyeten davet eden Prof. Dr. İlyas Doğan da unvanı kasıtlı olarak Dekan yazmışsa “Evrakta sahtecilik” yapılmış olur ki o da büyük bir suçtur.

Bunu kamuoyu adına soruyoruz?

Olup biten nedir, cevabını verin?

Çünkü bu davete cevap veren ve katılım gösteren Sayın Taşdelen, Dekanı Prof. Dr Tanrıverdi’den imzalı izin almış mı?

Fakülte Yönetim Kurulu'nun kararı var mı?

Rektörlüğün iznini almış mıdır?

Tüm bunların cevabını merakla bekliyoruz?

En derin saygı ve sevgilerimle.