YEPYENİ BİR TÜRKİYE!!!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği üzere Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığı günden bu yana nerede ise 10 gün geçti.

Tabii “Hiss-i kable’l vuku” yani vukuundan önce hissedilen gerçek, gösterilen emareler ve kamuoyu nezdinde de anlaşılan odur ki Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu’dur.

Bakanlar Kurulu üyeleri, Başbakan Yardımcıları kimler olur, kimlerden oluşur, o da aşağı yukarı biliniyor.

Ama halkın yıllardan beri özlediği gerçek; her şeyden evvel “Büyük bir Türkiye”nin geleceği söz konusudur, devletin tüm kamu kurum ve kuruluşlarının eski vesayet unsurlarının etkisinden kurtulmasıdır.

Özlenen “Büyük bir Türkiye” odur ki;

Artık dışa bağımlı, piyon ve ajan anlayışlar tarafından kurulan ve oluşan yanlış anayasalar ve yasalar bir bir tabu olmaktan çıkarılıp, ter û taze, milli iradeye dayalı bir Türkiye’nin oluşmasıdır.

Ve kamuoyu da bu beklenti içerisindedir.

Özenle beklenen gerçek de budur.

* * *

Dün aynı köşede değindiğim gibi Davutoğlu, bir ilim adamı olarak her şeyin üstesinden gelmekte, teorik ve pratik objektifliğiyle gelecek büyük bir Türkiye’nin projesinin nasıl olduğunu zaten yıllar öncesinden de bilmiş durumda.

Ve bunun mücadelesini vermektedir.

Başta Sayın Erdoğan olmak üzere Davutoğlu’nun da yıllardan beri aynı projeyi tasarlayıp hazırlama girişiminde olduğu herkesin bildiği bir gerçektir.

Bu nedenle diyoruz ki Davutoğlu, “Büyük ve yepyeni bir Türkiye” projesini zaten önceden kafasında tasarlayarak hazırlamıştır.

Ne kadar engeller söz konusu olsa da inanıyoruz ki o engeller, Allah’ın izniyle aşılacaktır.

* * *

Bakınız.

Dünkü Star Gazetesi’nin manşetinden verilen “İllegal HSYK, büyük tehlike” başlıklı habere.

Deneyimli hukukçu Osman Can tarafından açıklanmıştı.

Hulasa anlaşılan budur ki Türkiye’nin en büyük zorluklarla karşı karşıya kaldığı sorun, hukuk sorunudur, hukuksuzluk sorunudur.

Bu hukuksuzluk sorunu değişik tarihlerde yapılan darbelerin neticesinde oluşan mevcut anayasasıdır.

Bu anayasa var olduğu müddetçe, bu Meclis var olduğu müddetçe, muhalefet partilerinin varlığı zaten belli.

Değil ki Ahmet Davutoğlu veya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her kim olursa olsun hiç kimse bir şey yapamaz.      

Deneyimli hukukçu Osman Can, HSYK’daki paralel tehdidin boyutlarını anlatırken şunları söyledi;

“Türkiye’deki hukuk sistemi, yargı unsurları tarafsız ve bağımsız olması gerektiği halde, paralel yapı son on beş yıldır hakim ve savcı alımlarını önemli ölçüde kontrol etti, toplumda karşılığı yüzde 1 bile olmayan bir yapının yargı içindeki oranı yüzde 20’lere ulaştı.

Belki de daha fazla Yargıtay ve Danıştay düzenlemeleri sonrası darbe için düğmeye basıldı.

HSYK, hem suçlayıcı hem karar verici bir pozisyonda”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Gerçekten bu tespite katılmamak mümkün değil.

Yıllar öncesinde, yani 28 Şubat 1997’deki Olağanüstü brifingci nice hakim ve yargıçları gördük ve o yargıçlardan oluşan bir HSYK’yı gördük ve o HSYK’nın Türkiye’deki hukuk dengesini ve nizamını nasıl bozduğu, herkesin bilincindedir.

Hatta “Sağır Sultan bile biliyor” misaliyle yola çıkılırsa, Türkiye’deki yargı sisteminde bugüne dek genelleme olmasa dahi çok iyi niyetli, vicdanına danışan, Allah’tan korkan hakim ve savcıların varlığı söz konusu ise de çoğunluk, yanlış anlayışlar, ideolojik kimliklerin elinde olduğu için, milli irade paralelinde verilecek kararlar, nerede ise solda sıfır durumundaydı.

Hele hele Türkiye’de bir Barolar Birliği’nin varlığı söz konusu ki o Barolar Birliği’nin sol-marjinal bir grubun elinde olduğunu hiç kimse inkâr edemez.

Çok büyük keyfilik içerisinde verilen kararlar ve hukuk fakültelerinden mezun olup çıkan nice hukukçular vardı ki YAR-SAV gibi yanlış bir kuruluş tarafından ablukaya alınmış oldukları bilinmekteydi.

Büyük bir keyfilik içerisinde, yanlış ideolojiler paralelinde verilen kararlar, kamu vicdanını çok etkiliyordu.

Birçok yönüyle ya kişisel rant ya paralel yapı veya da sol ideoloji keyfilikleri içerisinde kararlar veriliyordu.

Çoğu büyük çelişkilerle karşı karşıya kalan kararlar ve aynı yargıçlar, kamuoyu nezdinde kendilerini açığa veriyor oldukları halde, dokunulmaz zırha büründükleri için hiç kimse bir şey yapamıyordu.

Bundan dolayı Başbakan Sayın Erdoğan zaman zaman haykırarak bunları dile getiriyordu ve bu hukuksuzluk içerisinde yaşaya gelen Türkiye, kendini darbelerden bir türlü arındıramıyordu.

Medya objektifliğinden kaçmayan, olayları yazan gazeteciler veya gazetenin patronları, kendilerini o hukuksuzluğun pençesinden kurtaramıyorlardı.

* * *

28 Şubat’taki OHAL Bölge Valiliği’nde, özellikle Diyarbakır’da yapılan keyfi işlemler, halk üzerine tanzim edilen derin, karanlık ve uydurma fişlemeler 7. Kolordu, JİTEM ve dönemin MİT Bölge Başkanlığı tarafından, onlar gibi düşünmeyen nice basın mensupları, medya kuruluşları, imha planlarıyla yapılmış sahtecilikler paralelinde, uyduruk iddianameler hazırlanıyordu.

O sahte ve uyduruk iddianamelere karşı, yargılama esnasında hakimlerin vermiş olduğu müspet kararlar yüzünden onlar da o dönemin HSYK’sı tarafından ağır bir biçimde cezalandırılıyordu.

Yani HSYK kararlarıyla verilen en az ceza, yer değiştirme cezasıydı.

Bir daha yaptığı takdirde emekliliğe sevk edilme zorunluluğunda bırakılıyordu o yargıçlar.

Biz bunları yıllardan beri tespit ettik ve yazdık.

Hatta yıllardır Diyarbakır Adliyesi’nde yapılan keyfi, ideolojik kirlenmeler söz konusuydu ve Baro’nun bazı duayen avukatları oynanan keyfi oyunlarla, birçok mahkeme yargıçlarını da etkiliyorlardı.

Kan ve gözyaşları içinde olan bölge, nerede ise böylesine hukukçuların rantına maruz kalmıştı.

Hele hele bazı yargıçlar tarafından ayarlanan belli odaklardaki bilirkişiler, apayrı bir kirlenme şekli idi.

Basın ne kadar yazıyorsa da, cezalandırılmış durumdaydı bir kere.

Yargılanmaktan ve adliye koridorlarından kendini kurtaramıyordu.

Oysaki basının görevi, gerçekleri dile getirip halkla paylaşmaktı.

Kamuoyuna gerçekleri anlatma görevi içerisinde çalışan basın, hiçbir zaman kendini cezalandırmalardan kurtaramıyordu.

* * *

Oysaki kabul görmüş ve yerleşmiş gerçeğe göre, basın mensuplarının haber konusu olarak değerlendirdikleri olaylar ile ilgili düşüncelerini özgürce toplumun ilerlemesi ve kendisini geliştirebilmesi için açıklayabilme hakkının tanındığı ve bu hakkın ve özgürlüğün, yalnızca bilgi-fikir düzeyinde olan, farklılık oluşturmayan ya da saldırgan olmayan düşüncelerle değil, aynı zamanda saldırgan, devleti ya da nüfusun bir kısmını rahatsız edici, şoka uğratıcı düşüncelere de tanınması gerektiği, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin olmadığı bir yerde demokratik toplumdan söz etmenin mümkün olamayacağı, demokratik bir toplumda halkın haber alma, gazetecinin de halka bilgi sağlama özgürlüğünün tartışılmaz olduğu, ancak bu hak ve özgürlüğün bu bağlamda kullanılırken, şöhret ve hakların korunması olarak tanınabilecek, incitici, rahatsız edici, küçük düşüren ve bilakis küçük düşürme amacı taşıyan diğer insanların kabul edilebilirlik sınırını aşan, haklarına saldırı mahiyeti taşımaması gerektiği, hiçbir özgürlüğün sınırsız olmadığı bilinen bir gerçek olmakla beraber, ne var ki toplum tarafından tanınan, verilen, takip edilen kişi ya da kurumların fikirleri ve davranışları hakkında bilgi sahibi olmanın en kolay yolu yine basın özgürlüğü olduğu, demokratik bir toplum oluşturmanın çekirdeğinin, bu özgürlükle sağlanabileceği, bu nedenle bu gibi toplumun önünde bulunan kişi ve kurumların, basından gelen eleştiri ve hayatlarına ilişkin haberler konusunda, konumları gereği diğer insanlara göre söz ve davranışları ile sürekli ilgi odağı olmalarından dolayı, daha hoşgörülü ve anlayışlı olmalarının tabii olduğu basın mensuplarının güncel haber değeri taşıyan ve görünür gerçekliğe uygun olan konularda, “haber-yorum ve eleştiri” yapmasının basın özgürlüğünün olmazsa olmaz şartı olduğu, şüphelilik durumuna giren herhangi bir basın mensubu, kendi görüşlerini basın özgürlüğü, eleştiri hakkı çerçevesinde kamuoyu ile paylaştığı suça konu yazılar, görüşler bu çerçevede değerlendirildiğinde hiçbir basın mensubuna atfedilen suçun yasal unsurlarının oluşturmadığı anlaşılmalıdır.

Bu itibarla herhangi bir basın mensubunun şüpheli konuma girmemesi gerekmektedir.

Bu durumda basın savcılarının takip ettikleri veyahut isnat etmek istedikleri suçların oluşmadığı gerekmektedir.

Kamu adına kovuşturmaya mahal olmayacağı birçok yönüyle bilinmelidir.

* * *

Bu paralelde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de aynı gerçeği vurgulamakla beraber bu bölgede ne yazık ki birçok basın mensubu ve basın kuruluşları, bazı YAR-SAV’cı hakim ve savcıların ideolojik keyfiliğinden kurtaramamış durumda.

İşte, “Yepyeni bir Türkiye” ve “Beklenen büyük bir Türkiye” her şeyden evvel hukuk mekanizmasına el atması gerektiği düşüncesindeyiz.

İşte yeni kurulacak olan bir hükümet ve başında bulunacağı öngörülen Sayın Davutoğlu da ne yapıp, yapıp “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” düşüncesiyle hareket ederek, el çabukluğuyla bu HSYK, paralel yapı ve YAR-SAV keyfiliğinin önüne geçmesi gerekir.

En derin saygı ve sevgilerimle.